2 Ekim 2013 Çarşamba

MANTIK NOTLARIM 2



Mantık, insan zihnini düşünürken hatalar koruyan disiplinin adıdır. Zihinle uğraşması bakımından mantık, psikoloji gibi zihnin oluşumuyla değil, zihni olması gereken, ideal olan üzerinden kendi alanına dahil eder. Bu noktada Nurettin Topçu mantığı, hakikate ulaşmak için kural koyan disiplin olarak tanımlar. Doğru düşünmenin kurallarını belirleyen mantığın dışına çıkıldığında ise hataya düşülür.Doğru düşünmenin kurallarını belirleyen mantığı ontolojik, epistemolojik ve metodolojik olandan ayırmak gerekmektedir. Çünkü mantığı düşünmenin bir düşünmesi olarak ele almak durumundayız. Mantıktan yararlanırken, mantığın kurallarını bilgi amaçlı kullanmayı değil, bizzat bu ilke ve kuralların kendilerini ele almamız gerekir.

Mantığı bu şekilde şeylerin içeriklerinden soyutladıktan sonra "kavram nedir?" ve "salt/formel mantık hangi kavramları konu edinir? sorusunu sorabiliriz. Doğan Özlem kavramı, salt/formel mantık açısından sadece düşünülebilen ve diğer şeylerden ayrı olarak tasarlanabilen herhangi bir şey olarak tanımlar. Yani şeylerin zihindeki tasarımına kavram diyebiliriz. Bu noktada ikinci sorumuza dönebilir ve mantığın konu edindiği kavram türü üzerine düşünebiliriz. Kavram üzerine yaptığımız tanımlardan çıkardığımıza göre mantık kavramların neliğiyle ilgilenir. Kavramlara yüklenen nitelikler mantığın konusu dışındadır. Şimdi bu önermemizi kavram çeşitlerini kısaca tanımlayarak gösterelim:

Somut kavram, tek bir nesneye işaret eden, başka bir şeye bağlı olmadan kendi başına var olan bir şeyin kavramı olarak tanımlanmıştır. Örnek olarak Ahmet, şu at, veya bu ev somut kavramlardır.

Soyut kavram,varoluşunu bir başka şeye borçlu olan ancak düşünmede ve zihinde bir başka şeyle ilişki içinde, nesne veya nesnelerin niteliği olarak düşünülen şeylerdir. Ahmet somut kavrama örnekken Ahmet'i içine alan insan veya insanlık kavramı soyuttur, bir tablonun mavi olması somutken maviyi kapsayan mavilik soyut kavrama örnektir. Bu noktada soyut kavram düşünme sürecinde soyutlamayla farkına varılan kavramdır.

Tümel kavram, bir tümel önerme içinde özne durumunda olan ve bir sınıfın tümünü gösteren kavramdır.

Tikel kavram, bir tikel önermede özne durumunda olan ve bir sınıfın bir kısmını gösteren kavramdır.

Tümel ve tikel kavramlar önerme içinde kendilerinden bağımsız bir yerleri olmayıp, tümellik ve tikellik önermelerin özelliği olur.

Kollektif kavram, bir sınıfı oluşturmayan ve bir grup veya topluluğun kavramı olan aynı zamanda bu grup ve toplulukları diğerlerinden ayırmaya yarayan kavramlardır.

Distribütif kavram, grup içinde yer alan bireylerin kavramıdır. Örneğin ordu içindeki bir asker distribütif kavramdır.

Açık kavram, Leibniz'e göre, konusunu nesnesini tanımamıza imkan veren kavramdır. Bir kavramın açık olması o kavramın bir önerme içerisinde yüklem olarak alabileceği özellikleri saptayabilmeyi gerektirir.

Seçik kavram, başka kavramlardan ayırt edilen, ayrılmış kavramlardır. Seçik kavramlar, kavrama yüklenen özellikleri ayırt etmeye imkan veren kavramdır.

Olumlu kavram, işaret ettiği şeyde bir niteliğin bulunduğunu; olumsuz kavram ise,işaret ettiği şeyde bir niteliğin bulunmadığını bildiren kavramdır.

Bu kavram çeşitlerinde görüldüğü gibi olumluluk, olumsuzluk, tümellik, tikellik, kollektiflik, distribütiflik, açıklık ve seçiklik kavramların kendisinin değil ontolojik ve epistemolojik niteliklerdir. Peki mantık niçin bu kavramları konusu içine almaz? Bu soruyu Doğan Özlem'den bir parça alıntılayarak cevaplayalım:

Kavram, kavramak fiilinden gelir. Mantıkta kavram ile kavranılan özdeştir. Ancak varlık ve gerçeklik söz konusu olduğunda kavram ile kavranılan ayrı durur. Bir nesnenin kavramı, o nesne potansiyel olarak sınırsız özelliklere sahip olabileceğinden ve biz gerçeklikte bir nesnenin ancak sınırlı gözlemlere dayalı özelliklerini bilebileceğimizden nesnesiyle özdeş olamaz. Salt mantık kavramın neliği ile kavramın gerçekliği arasında ayrım yapmamız gerektiğini gösterir. Mantık kavramın neliği, felsefe ve bilim ise kavramın gerçekliğiyle ilgilenir.* 

Bu noktada mantık, genel ve tekil kavramları konusu içine alır. Zihnin algıladığı her şey tektir. İşte zihnin algıladığı bu tekler somuttur ve soyut olarak yine tek olarak tasarlanırlar. Algılanan şeylerin tek olması özdeşlik ilkesi gereğidir. Özdeşlik ilkesi;

Özdeşlik ilkesi, A A'dır ya da bir şey neyse odur şeklinde açıklanır. Bütün düşünme ve incelemelerde, her çıkarımda ve düşüncelerle yapılan tanımlarda, her düşünce, ortaya çıkan her kavram ne zaman ele alınırsa alınsın, o düşünce ya da kavram ilk kez ortaya konulurken nasıl düşünülmüşse, aynı şekilde ele alınmalıdır.**

İşte zihnin somutları tek olarak algılayıp yine tek olarak soyut bir şekilde tasarladığı kavramlara tekil kavram denir. Özdeşlik ilkesi gereğince yalnız kendileriyle özdeş olan tekil kavramlar yine çelişmezlik ilkesi gereği kendileri olmayan şeylerden ayrılır. Çelişmezlik ilkesi;

A, A olmayan değildir. Çelişik karşıt iki yargı birden doğru olamaz, bunlardan birisinin yanlış olması gerekir. Burada çelişik karşıt yargılar, herhangi bir şekilde karşıt yüklemleri olan yargılar değildir. Tersine, çelişik karşıt yargılar, hem özneleri hem de yüklemleri aynı olan yargılardır.** 

Mantık için önemli diğer kavram da genel kavramlardır. Genel kavramlar, tek olanların ortak özellikleri bakımından ortak sayılmasıdır. Ancak genel kavram elde edilirken, teklerin kendileri bakımından özdeş sayılamıyor, teklerin özellikleri ortak olması bakımından bir özdeşlik sayılır. Örnek olarak tek insanların ortak özellikleri üzerinden genel kavram kurulur. Yani Ahmet'i ve Mehmet'i özdeş kabul etmek değil, Ahmet'in ve Mehmet'in düşünen canlı olmaları bakımından "insan" genel kavramı elde edilir. Mantık burada nesnelerin genelliğini değil kavramların genelliğini kuruyor.

Genellik, genel kavramın neliğini, özünü yapan şeydir; o kendisini tek olanlarda değil, bu tek olanların ortak özelliklerinin potansiyel tümelliğinde gösterir. Tümellik ve genelliğin bir birine karıştırılmaması gerekir. Tümellik, bir genel kavramının kaplamının ve ortak özelliklerinin tamlığını, eksiksizliğini belirtir. Biz genel kavramı, tek olanların bilebildiğimiz kaplamına ve ortak özelliklerine göre kurarız. Ampirik dünyada bir genel kavramın kaplamını ve içerdiği ortak özelliklerin potansiyel sınırsızlığını asla tüketemeyiz. Uygulamada hiçbir genel kavram tümel değildir, olamaz. Ama bu epistemolojik bir sorundur mantıksal bir sorun değil. Mantık açısından genellik ile tümellik arasında bir ayrım yapmak söz konusu değildir. *

Bu yazı düşünmenin ilkelerinin ve kurallarının belirleyicisi olan mantığın konu edindiği kavram türünün ne olduğu üzerine derlenmiştir.

KAYNAKÇA

* Özlem, Doğan (2011), Mantık,  İstanbul: Notos Kitap

**Heimsoeth, Heinz (2011), Felsefenin Temel Disiplinleri, Ankara: Doğu Batı Yayınları

Topçu, Nurettin, (2006), Mantık, İstanbul: Dergah Yayınları

NOT: Kavram çeşitlerinde yapılan tanımlar Doğan Özlem'in kitabından alıntılanmıştır.

25 Mayıs 2013 Cumartesi

BİR DENEYCİNİN FELSEFESİNDE BİLGİ SORUNU


Modern felsefeyle birlikte "bilgi" hem bir sorun hem de felsefenin temeli haline geldi. Descartes'ın ortaya koyduğu kuşkuyla varlığı kesin bir bilen öznesiyle birlikte epistemoloji felsefenin temel uğraş alanlarından bir tanesi oldu. Ben bu yazımda epistemolojisini deney üzerine kuran 17. yüzyıl filozofu John Locke'yi anlatmaya çalışacağım. Locke'yi anlatmadan önce kısa bir bölüm Descartes'e ayırdım. Çünkü Descartes doğuştan bilginin varlığına inanmaktatır. Locke'nin yapmak istediği ise, bu düşünceyi yıkmaktır.

Bilen Öznenin Ortaya Çıkışı

Descartes, ilk önce insan varlığının kesinliğini ortaya koyarak işe başlar. Her şeyin yanlış olduğunu düşünen veya hiç düşünmeyen bir "ben" zorunlu olarak vardır. Bundan dolayı Descartes, "düşünüyorum öyleyse varım" önermesiyle kuşkuya yer bırakmayacak bir doğru edinir. Burada kuşkuya yer bırakmayacak derken, Descartes'in kuşkulanmayı bıraktığını söylemiyorum. Tam tersi Descartes, kuşkulanarak bir varlığı kesin olan özne ortaya çıkarır.

Descartes buradaki ben'i, tüm özü ya da doğası düşünmekten başka bir şey olmayan ve varolmak için herhangi bir yere gereksinimi olmayan, herhangi bir maddesel bir şeye  bağımlı olmayan töz olarak tanımlar. Bu töz ruhtur ve bedenden tamamıyle ayrıdır.

Bu noktadan sonra Descartes, insanın düşünmeyi nereden öğrendiği sorununu çözer. İnsan ve diğer varolanlar bir varlık olmaları nedeniyle bir yetkinliğe sahiptirler. Ancak bu yetkinlik, tam yetkinlikten alınmış bir paydır. İnsanın tam yetkin olamaması bedeni ile ruhu arasındaki uyuşmazlıktan kaynaklanır. İnsan yalnız ve başkasından tümüyle bağımsız olmuş olsaydı, sonsuz, ölümsüz, tambilen, tamgüçlü gibi Tanrı'da varolan tüm yetkinliklerin sahibi olurdu. O halde insan düşünmeyi nereden biliyor? Descartes bu soruya cevap olarak, "Böylece yetkinlik fikrinin gerçekten benim olmadığım kadar yetkin olan ve bende herhangi bir fikri bulunabilen tüm yetkinlikleri kendinde taşıyan bir doğa tarafından yani bir sözcükle açıklamam gerekirse Tanrı tarafından bana konulmuş olması gerekir." Görüldüğü gibi Descartes, doğuştan fikirlerin duyu ve imgelerle elde edilen fikirlerden daha kesin olduğunu söylüyor.

Bir üçgenin iç açılarının toplamının 180 derece olduğu çok aşikarken dünyada herhangi bir üçgen bulunmaz. Descartes bu örnekle geometrinin yöntemiyle Tanrı'nın varlığını temellendirir. Tanrı'nın bu şekilde kanıtlanışı insanın tüm bilgilerinin duyulardan elde edildiği görüşünü de çürütür. Bu noktada Descartes, Tanrı'nın ve ruhun fikirlerinin duyularda olamayacağını söyler. Duyuların elde ettikleri bilgiler akıl tarafından güvenli kılınır.

Doğuştan Bilgi Yoktur

Locke'nin amacı; insan bilgisinin kaynağını, kesinliğini ve genişliğini araştırmaktır. Bu amaçla Locke insanın anlama yetisi veya düşünce yetisini incelemiştir. Locke göre düşünce, zihnin dolaysız nesneleri olan ideleri incelemeyle anlaşılır. İde, anlama yetisinin herhangi bir ediminde doğrudan doğruya bilinen veya bilincine varılan tikel zihinsel nesneyi belirtir. Yani anlam yetisinin nesnesi olan şeydir. İde, zihinsel bir nesne olmasına rağmen salt psikolojik bir varlığa da sahip değildir. İde gösterge olması bakımından yani bir nesneyi imlemesindan dolayı gerçekle arasında bağlantı kurulur.

Locke, epistemolojisini deney üzerine kurar. Ona göre bilgi, iki ide arasındaki uyuşma ya da uyuşmamanın algılanmasıdır. Bilginin açık-seçik oluşu , idelerin kendilerinin açık olup olmadığına değil, ideleri algılayan zihnin açık olup olmadığına bağlıdır. Bu noktada Locke, sezgisel ve çıkarımsal olmak üzere insanın iki şekilde nesneyi kavradığını söyler. Sezgisel bilgide tasarımlar arasındaki uygunluğu ya da uygunsuzluğu doğrudan doğruya, başka tasarımların aracılığı olmadan görürüz. Bu, bilginin en yüksek derecesidir. ("Ak"ın "kara", "üçgen"in "kare" olmadığını bilişimiz gibi). Bu tür bilgi, tıpkı Descartes'da olduğu gibi, en açık ve en seçik bilgidir. Çünkü Descartes için şüphe edilmez en kesin bilgi şüphe eden bir öznenin varlığıdır.  İşte, kendi varlığımızı bilişimiz de böyle sezgisel bir bilgidir. "Ancak kendi öz varlığımıza ait sezgiye dayanan dolaysız, kesin bir bilgimiz vardır" diyerek Locke Descartes'ten etkisini açığa çıkartır. Çıkarımsal bilgide ise, ideler arasındaki uygunluk ile uygunsuzluğu bu ideleri doğrudan doğruya kendilerinden değil, başka idelerin yardımıyla kavrarız. Bu bilgi, sezgisel bilgi kadar da açık ve seçik değildir. Locke'nin burada amacı bilginin sınırlarını göstermektir. Bilginin sınırları da idelerdir.

Locke'ye göre deneyden başka bilgi kaynağı yoktur. Bu görüşünü de doğuştan bilginin olduğu iddiasını çürüterek ortaya koyar. Doğuştan bilginin varlığını savunanların söylediği "zihne doğal olarak kazınmış bir şey" ve "bir şey neyse odur ile bir şeyin hem olması hem de olmaması imkansızdır." önermeleri Locke için anlamsızdır. Bunu örnek üzerinden açıklamaya çalışır; "çocuklar ve budalalar zihne doğuştan kazınılmış şeyleri bilemez. Eğer böyle bir şey olsaydı çocukların ve budalaların doğuştan kazınılmış şeyleri zorunlu olarak algılamaları, bilmeleri gerekir. Bunu yapamadıklarına göre böyle bir şey yoktur." Bu noktada Locke zihne kazıyı eğer böyle bir şey varsa, belli doğruları algılanabilir kılmaktan  başka bir şey değildir diye açıklar. Çünkü bir şeyi zihne, zihnin onu algılamadığı biçimde kazımak anlaşılmazdır. Locke'nin savunduğu bilgi anlayışına göre de algıladığımız nesneler zihin tarafından algılanabilir olduğu için algılanır. Locke'ye göre, doğuştan kazanılmış şeyler, aklın kullanımını öğrendikten sonra fark edilir görüşü de yanlıştır. Çünkü, doğuştan kazanıldığı zannedilen şeyler insan zihninde hemen oluşmuş değildir. Yaşantıyla öğrenilen ve fark edilen bir şeydir. Bir şey neyse odur ve bir şeyin hem olması hem de olmaması imkansızdır önermeleri çocuklar ve aptallar için anlamsızdır. Eğer böyle olmasaydı çocuklar, budalalar ve hatta ilkel insanlar bu bilgileri zorunlu olarak bileceklerdi. Ancak böyle bir durum söz konusu değil.

Locke göre, ahlaki ilkeler de sonradan kazanılır. Adalet ve doğruluk toplumun ortak bağlarıdır. Yasayı ihmal edenler de birlikte yaşayabilmek için aralarında adaleti ve güveni sağlamak zorundadırlar. Ahlak kuralları bir kanıt gerektirir. Dolayısıyla doğuştan değillerdir. Doğuştan olsaydı, herkes ahlak kuralları üzerine ittifak ederdi ve kuralın sebebi aranmazdı. Ayrıca farklı coğrafyalarda farklı ahlak kuralları uygulanamazdı. Bu açıdan bakıldığında ahlak kuralları doğuştan değil, toplumun yararına yapılmış kurallardır. Ahlaki kurallar doğuştan olsaydı toplum içinde hırsız, katil gibi ahlaka ters düşen şeyler yapan insanlar görünmezdi. Çünkü ahlak bilgileri onlarda zorunlu olarak varolacağından bunun dışına yönelmezlerdi.
İdeler
Locke'a göre, bütün ideler duyumdan ya da düşünümden gelir. Bütün bilgimizin temelinde deney vardır. Bilgilerimizin kaynağı ya dışşal duyulur şeyler üzerine ya da zihnimizin algıladığı veya düşündüğümüz şeylerle ilgili olarak içsel işlemlerdir. Dış deneyin konusu, dışımızdaki algılanabilen nesnelerdir. İç deney ile kendi ruhumuzdaki durumları ve etkinlikleri, dış deney ile de ruhumuzun dışındaki nesnelerin etkilerini kavrarız. Tekrar etmekte fayda var; Locke'a göre, kendi öz varlığımıza ait, sezgiye dayanan dolaysız bir bilgimiz vardır. Bu istidlalle Locke, iç ve dış deneyin bize verdiğinden başka bir şeyi bilmenin imkânsızlığını açıklar.

Zihnimizin bilgiye kaynaklığı yine duyuların dış dünyadan algıladıkları çerçevesinde oluşur. Locke'ye göre düşünce tamamen duyuma bağlıdır. Ayrıca nesnelerden elde edemeyeceğimiz ideleri de zihin türetir. Ruh kendi üzerine düşünür ve bu işlem sonucunda algılama, düşünme, bilme, isteme, kuşkulanma, inanma gibi ideler üretir. Bu idelerin varlığı yine duyularla elde edilen ideler üzerine düşünme sonrasında elde edilir. Locke bunlara düşünsel ideler der. Bu ideler sayesinde insan yeni bir şeyler üretir. Zihnin ürettiği bir başka ideler de tümellerdir. Tümeller mevzu Locke'nin dil anlayışı içinde açıklanacaktır.

Locke genel İdelerin üç türü olduğunu söyler. Bunlar;a) basit idelerin b) birleşik ideler c) nesnelerin adlarıdır.

a) basit ideler; bu tür idelerin edinilmesi sırasında insan zihninin edilgin olduğunu; şeylerin varoluşu duyularımızı nasıl etkiliyorsa, bunların da zihnimizde o biçimde belirdiğini; zihnin bunları var edip yok sayamayacağını söyler. Dolayısıyla bu ideler, üretilen değil, yalnızca “edinilen” idelerdir. Bu basit ideler, zihne, duyum ve düşünce yoluyla gelirler. Bunlar birleştirilmemiş görünümlerdir. Bir insanın bir buz parçasında duyumladığı soğukluk ve sertlik, zihinde bir leylağın kokusu ve eflatun rengi, ya da şekerin tadı, biberin acılığı birer basit fikir olup açık ve seçik algılardır.

b) birleşik ideler; Locke, yalın idelerin “soyutlama” yoluyla nasıl oluşturulduğuna, yani zihnin yalın idelerin oluşturulması sırasında ne tür bir “etkinlik” gösterdiğine dair örnekler de verir. Örneğin, bizler yalnızca gözümüzü kullanmak yoluyla nesnelerin bir çok niteliğini aynı anda, dolayısıyla da ayrışmış olarak değil, birleşik olarak duyumlarız: Gözümüz bize bir nesnenin “rengini” bildirirken, aynı anda “şeklini”, “hareket edip etmediğini”, “katı mı sıvı mı olduğunu” da bildirir; duyum sırasında bunlar bir aradadır ve biri olmadan diğerlerini duyumlayabilmek olanaklı değildir. Buna karşılık, biz yine de, hepsini tek bir duyum yoluyla aynı anda edinmiş olsak da, örneğin, elmanın “kırmızılığı”ndan, “yuvarlaklığı”ndan, “sertliği”nden ayrı ayrı söz edebiliriz. Buna olanak sağlayan, Locke’a göre, aynı duyu organının ilettiği farklı nitelikleri birbirinden ayırt etmemizi olanaklı kılan “soyutlama” yeteneğimizdir. Yalın idelerin, Locke tarafından, “soyut” ideler diye nitelenebilmesine olanak sağlayan, bu özellikleridir. “Genel” diye ifade edilmelerinin sebebi, birden fazla nesnede bulunan aynı niteliği temsil ediyor olmalarından kaynaklanır. İşte genel idelerin ikinci türü olan birleşik ideler bu kapsama girer. Kısacası  bileşik ideler, istençli birleşimler olup, taklittir ama gerçek değildir.Ayrıca bu idelerin hepsi kusurlu ve eksiktir.

c) nesnelerin adları; bunların soyutlama etkinliğiyle ilgileri açıktır ve soyutlamanın ikinci türüyle oluşturulurlar. Soyut genel idelere karşılık gelen bu adların üç çeşidi de, hakkında oldukları ide grubunun türler içinde sınıflanabilmesine olanak sağlar.Dolayısıyla hepsi, “tür ideleri”ne karşılık gelir. Bize, aynı ad altında ayrılan bir grup varlığın ortaklıklarını açıklar. İlk ad grubu, nesnelerden edinilen ayrıştırılmış ideleri; ikinci ad grubu, nesneler arasındaki duyumlanamaz ilişkileri; son ad grubu da, nesnelerin kendisini belirli türler içinde sınıflar.


Locke, duyumları, nesnelerin kendisini yansıtmak bakımından birincil ve ikincil nitelikler olmak üzere ikiye ayırır. Büyüklük, şekil, sayı, durum, hareket, nüfuz edilemezlik gibi matematiksel ve zaman-mekânla ilgili olduğu için fiziksel addedilen birincil nitelikler dediği duyumlar nesneye ait olup gerçeğin yansılarıdır; zira bunları ortadan kaldırdığımızda nesnenin kendisi de ortadan kalkar*. Nesnelerin bu birincil niteliği basit ideleri oluşturur. Renk, ses, koku, tat, sıcaklık-soğukluk, sertlik-yumuşaklık gibi nesneye değil, özneye ait olan (duyu organlarımızın yapısıyla ilgili olan) ikincil nitelikler dediği duyumlar ise, gerçeğin yansıları değildir; rastlantısaldır*.  Nesnenin ikincil niteliği ise, birleşik idelerin alanıdır. Renkler, sesler, kokular ve tatlar dış dünyada gerçekliği olan özellikler olmayıp, duyu organlarımızın nesneyi agılamasında ona yüklediği anlamlardır. Suyun umrunda değildir temizleyici özelliği oluşu. Onun temizlik özelliğinin olması bizim için anlamlıdır. Bu yüzden Locke, deneysel bilginin güvenilir temelini birincil niteliklerde bulur.

Sözcükler Üzerine

Locke'nin dil anlayışı ise, toplumsal bir yaratık olacak şekilde insanı toplumun en büyük aracı ve ortak bağı olan "dil" ile donatmıştır. Bu açıklamaya göre, bireyin birlik oluşu dil ile mümkün olan bir şeydir. Locke bu noktada dilin hem düşünceyi ileten yönünü hem de insanlar arasındaki bağı kurması bakımından konuşmayı sağladığını vurgular. Bir nevi dil onun için işlevsel bir boyuttadır.

 Locke dilin işlevselliğini şöyle açıklar, iki çeşit gösterge vardır: dil ve ide. Ancak sözcük bir nesneyi göstermez. Dilin gösterdiği bir idedir. Dil ideyi imlediği müddetçe konuşma ve anlaşma mümkündür. Locke'nin dil ile ide arasında böyle bir bağlantı kurmasının sebebi, dilin hakikati ,çevrelediği, gizlediği anlayışına karşı çıkmak amacıyladır. Locke'ye göre dil Tanrısal veya doğal değil, insan ürünü ve uzlaşımsaldır. Bu açıdan Locke'ye göre dil bir nesneyi imlemez ideyi imler.

Dil ile ideler arasında doğal bir bağlantı yoktur. Öyle olsaydı dünyada tek bir dil olurdu. Dil belli bir ideyi temsil ediyorsa bu Locke'ye göre bilinçli bir düzenlemedir.  Bu noktada dil ideleri temsil ederken konuşan kişinin idelerini temsil eder.

Locke için dilin bir başka işlevi de genel terimler oluşturmasıdır. Algıladığımız her şey tikelken niçin genel terimlere ihtiyacımız var sorusunu Locke iki şekilde açıklar; ilk olarak her tikel şeyin ad olması imkansızdır. Bu insanın potansiyelini aşan bir şeydir. Ayrıca her tikel nesneye tikel ad verilmiş olsaydı anlaşma çok zor olurdu.

İkinci olarak bu yararsız bir şeydir. Dilin asıl amacı düşüncelerin iletişi olduğundan bu iletim sürecinde konuşan kişinin ideleri belirleyici olduğundan genel ideler ile anlaşma sağlanır.

Bir sözcük genel bir ideyi imlediğinde genel olur. Peki genel idenin oluşumu nasıl olur? Locke bunu şöyle açıklar; kendi başına alındığında tikel olan ide, aynı türdün diğer bütün tikel ideleri temsil ediyorsa genel özelliğine sahip olur. Böylece her genel ideye farklı bir ad vermeyi ve sonsuz adlar meydana getirmeyi engeller genel ideler.

Locke'ye göre duyular önce tikel ideleri içine alır, henüz boş olan  odaya döşemeye başlar ve zihin adım adım onların bir kısmını tanıdıkça belleğe yerleştirir ve adlandırır. Bir çocuk yediye kadar saymaya başlayınca, eşitliğin ve idesini öğreninceye dek üçün dörde toplamının yedi olduğunu bilemez. Çocuk burdaki doğruluğa, zihnin bu adların yerlerini tuttukları açık seçik idelerin yerleşmesiyle birlikte görünür.

KAYNAKÇA
John Locke, İnsan anlığı Üzerine Bir Deneme
Rene Descartes, Metot Üzerine Konuşmalar
* Ülker Öktem, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Dergisi
43,2 (2003) 133-149

27 Nisan 2013 Cumartesi

NOMİNALİZM ÜZERİNE BİR NOT



Kilise'nin benimsediği gerçeklik akımının tümel gerçektir savına karşı, nominalizm genel kavramların, tümellerin hiçbir gerçekliklerinin bulunmadığı; bunların insanların düşünce biçimlerine yakıştırdıkları birer ad'dan (nomen) ibaret olduklarını savunur1. Tümeller nominalizm için, nesnenin varlığıyla ilişkilendirilebilecek şeyler değildir.

Platon'un algılanan nesneleri İdeaların bir yansıması anlayışına saldıran Nominalizm, algılananın ötesinde olan soyut nesnelerin varlığını kabul etmez. İmdi somut nesne ve soyut nesne nedir? Duyu organlarıyla algılanan, deneye ve gözleme tabi tutulan nesneler somuttur. Nesne terimi yalnızca uzun süreli varlıklar için değil, tek bir anlık geçici olaylar için de kullanılır.2 Bir futbolcunun topa vurması olayı da bir somut nesnedir. Genel olarak somut nesneleri "fiziksel" ve "zihinsel" ayrıca "uzun süreli" ve "kısa süreli" diye ayırabiliriz. Uzun süreli nesnelere tözler, kısa süreli nesnelere de olaylar diyebiliriz. Cisimleri fiziksel tözler, kişileri zihinsel tözler,yaşantıları zihinsel olaylar şeklinde yorumlamak mümkündür. Böylece somut nesneleri cisimler, fiziksel olaylar, kişiler ve yaşantılar olmak üzere dört gruba ayırabiliriz.3

Nominalist görüşün ötesinde Platoncu görüşe göre, fiziksel dünyada bulunan nesneler, İdealar dünyasında bulunan tek tek nesnelerin İdeları olarak soyut nesneleri gösterebiliriz. Fiziksel dünyada bulunan masa, varlığını İdealarda bulunan Masa İdeası ya da bir nesnenin sarı oluşunu İdealarda bulunan Sarılık İdeası sayesinde kazanır. Aristotales ise,  Platon'un belirttiği tümellere ulaşmanın tikeller yoluyla olacağını söyler. Ona göre, somut nesneler olmadan soyut nesnelerin olması imkan dışıdır.

Soyut nesne, kavram, idea ya da tümel olarak kullanılır. Kavram nedir? Kavram, nesnelerin zihindeki tasarımıdır."Zihinde tasarlanan bir şey tek bir varlığa denk geliyorsa tekil kavramdır. Varlıkların bir kısmına denk gelen kavramlara tikel kavram denir. Eğer bir sınıfın tümüne ya da aynı türden varlıkların ortak özelliklerine karşılık geliyorsa buna genel (tümel) kavram denir.4" Böylece kavram, tanımladığımız gibi  soyut olmakla birlikte somutları da içerir. Kavramların varlığı tözsel bir nitelik taşımamakla birlikte gerçek nesnelerden oluştukları için gerçektirler. Nominalistler somut nesnelerin gerçek oluşunu ve soyutların ya da tümellerin gerçek olmayışının sebebini, somut nesnelerin başka bir şeye dayanmadan varlığa sahip olmasına, soyutların ise, somut nesnelere verilen ad (nomen) olmasına dayandırır. Nominalistler için insanın bilebileceği nesnelerin algılanan tikel nesneler olduğundan deney tek bilgi kaynağıdır. Tümeller üzerine bir deney yapmanın imkansızlığından dolayı Nominalistler tümellerin bilgi ihtiva ettiğini kabul etmez.

Bu noktada kavramları "kaplamlar" ve "içlemler" olmak üzere iki sınıfa ayırabiliriz. Bir kavram içine aldığı nesneleri ve varlıkları tamamen kaplıyorsa, kavranılan tüm nesne ve varlıklara o varlığın kaplamı denir. Canlı kavramı hayvan, bitki ve insanları tamamen kaplıyor. O halde hayvan, bitki ve insan canlı kavramının kaplamıdır. Eğer bir kavram işaret ettiği nesne ve varlıkların ortak özelliklerini belirtiyorsa, buna o kavramın içlemi denir. Örneğin hareket etmek, üremek ve beslenmek hayvanı ve insanı canlı kılan ortak özellikler olması bakımından canlı kavramının içeriğini gösterir5.

Nominalist göreşe göre içlem, bir nesnenin anlamını belirtmemektedir. Örnek olarak; T gibi bir somut genel terimin anlamlı olması, bu terimi kullanan kimselerin karşılaştıkları herhangi bir nesneye, T'yi uygulamaya veya  uygulamamaya yönelik uygulama teorisi gereğince T genel teriminin anlamlı olmasını açıklamak için hiçbir şekilde T tümeli gibi bir içleme başvurmaya gerek yoktur. Böylece içlemci Platonculuğun genel terimlerin aydınlatılması bakımından gerekli olmadığı sonucuna varıyoruz.6

Nominalistler, Platon'un İdealar Dünyası'na bu şekilde saldırırken Aristotales'in düşüncesini gözden kaçırırlar. Aristotales, kavramların oluşumunu gerçek nesnelere başka bir deyişle tikellere bağlar. Yazı boyunca anlattığımız mantık Aristotales mantığıdır. Bu çerçevede kavramlar somuttan varlık kazandıkları için gerçektirler. Kavramlar, genel olmaları bakımından belli özellikler arz eden bir şeyi tek tek incelemek yerine bütüne bakmamızı sağlar. Mesela, insan tümelini incelemek istediğimizde, tek tek bütün insanları incelemek yerine insanların belli özelliklerinden hareket ederiz. İnsanın natıkı hayvab olduğunu bilebilmemiz için tek tek bütün insanlar üzerine inceleme yapmamıza gerek ve imkan da yoktur. İşte incelemenin imkanını doğuran bu noktada kavramlardır.

Ockhamlı William, Nominalizmi geliştirerek Kilise'nin benimsediği tümel gerçektir savına saldırır. William'ın bilginin kaynağını deney olarak görmesi, dinin dünyayla olan irtibatının kopartmasına neden olur. William'a göre dini akıl yoluyla açıklamak imkansızdır. Ona göre Tanrı kendiliğinden vardır, onun varlığı bir töz oluşu yüzündendir. Dolayısıyla dünyaya ilişkin sorunların çözülmesinde Tanrı'nın bir hükmü olamaz. Böylece William, bilgi ile imanı, felsefe ile teolojiyi birbirinden ayırır7.

Protestanlara göre tümeller Tanrı'nın iradesini sınırlar. Örnek olarak, Tanrı adildir dendiği zaman Tanrı, bütün eylemlerini yaparken adil olma zorunluluğunu doğurur. Bu yüzden Protestanlar ve William dünya ile dünya ötesini birbirinden ayırır.  William, ebedi yasa anlayışının Tanrı'nın özgürlüğünü ve aşkınlığını kısıtladığını düşünür. Çünkü Tanrı istediği zaman yasayı değiştirebilme iradesine sahip olduğu için alem Tanrı'nın aklı bakımından mutlak bir temele sahip değildir. Böylece doğal yasa olarak adlandırılan ebedi yasalar yıkılır, insanın özgür iradesi doğrultusunda insani bir hukuk ortaya çıkar. Kilise ile sivil toplum böylece de ayrışmış olur. Ancak pozitif hukuk keyfi bir şey değildir. Pozitif hukuk akılla kavranan doğal yasaların değişen şartlara uyarlamasıdır; adalet, özgürlük, ortak iyilik gibi doğal yasalar gözetilerem siyasal iktidar kısıtlanır.8
Ortaçağ'da Kilise'ye karşı savunulan bu görüş, hem kilisenin hem de imparatorlukların gerilemesine neden olur. Kilise'nin Tanrı adına hareket etmesine karşı çıkan ve daha sonra Luther'i etkileyecek olan bu görüş, dini bir hayat şekli olmaktan çıkartarak insanın içinde bir inanç meselesi olmasına zemin hazırlar. Din ile dünyanın bu şekilde ayrışmaya başlamasıyla Kilise halk üzerindeki otoritesini kaybederek, siyasal ve ekonomik yönden geriler. Ayrıca Kilise tarafından kutsanan imparator, Kilise'nin yaşadığı bu gerilim sonucunda iktidarının kutsallığının bir anlamı kalmaz. Böylece imparator içinde bulunan feodal beylikler yavaş yaval krallıklarını ilan etmeye başlar.

KAYNAKÇA
1-Ağaoğulları, Mehmet Ali (2008), Tanrı Devletten Kral Delete, Ankara: İmge Kitabevi
2- Grünberg, Teo, Nominalizm, http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/34/966/11900.pdf
3-A.g.e.
4-Çüçen, A. Kadir (2009), Mantık, Bursa: Asa Yayınları
5-A.g.e.
6-Grünberg, Teo, Nominalizm, http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/34/966/11900.pdf
7- Ağaoğulları, Mehmet Ali (2008), Tanrı Devletten Kral Delete, Ankara: İmge Kitabevi
8- A.g.e.

24 Şubat 2013 Pazar

MANTIK NOTLARIM-1-


Klasik dünyada iki araç ilmi vardır: mantık ve dilbilim. Klasik dünyada Araç ilimleri öğrenilmeden diğer ilimlere geçilmezdi. Araç ilmi; bizatihi kendisinden dolayı öğrenilmeyen, diğer ilimler için öğrenilen ilimlerdir. Bu noktada mantığın tarihine baktığımızda, mantığı ilk defa sistemleştiren Aristotales'tir. Ancak mantığı Aristotales bulmamıştır.  Mantık daha önce de kullanılıyordu. 

Mantık kelimesi Yunanca "logike" Arapça "nutk" kilimesinden gelmektedir. Yunancadaki logos kelimesi İngilizce'deki logic'e kaynaklık etmiştir. "Logos" ve "nutk" akıl, akıl yürütme, söz anlamlarına gelir. Bu anlamıyla mantık hem düşünmeye hem de söze/konuşmaya karşılık gelir. İslam mantıkçılarına göre mantık üç anlama gelir;

1) insanların nesneleri ve olguları anlama gücü
2)bu anlama sonucunda insan ruhunda oluşan düşünme (iç konuşma) 
3) düşünmenin dile getirilmesi

Mantık, külli kaideleri içeren ve külli kaidelere riayet edildiğinde insan zihnini düşünürken hatalardan koruyan ilimdir. Klasik düşüncede bütün varolan mutlak bir Varlık'a temellendirilir. Dolayısıyla tümel yasalar belirlenir. Belirlenen tümel yasalardan hareketle tikellerin bilgisi açıklanmaya çalışılır. Bu noktada mantık ilminin konusunu bilinenelerden bilinmeyenlere ulaşmanın yoludur diyebiliriz. Başka bir şekilde söylersek mantık ilminin konusu malumatiye tasavvuriye (kavram) ve malumatiye tastikiye(hüküm)dir. Örnek olarak;

Bütün canlılar solunum yapar
İnsan bir canlıdır
O halde insan solunum yapar

Örnekte de görülebileceği gibi genel bir yargı belirttik daha sonra genelin içindeki bir tikeli ele aldık ve tikel hakkında bir sonuca ulaştık. Burada mantığın amacına değinmiş oluyoruz. Mantık düşüncenin içeriğiyle ilgilenmez. Önemli olan formdur. Mantığın amacı öncüllerin sonucu zorunlu kıldığı akıl yürütme formlarını ortaya koymaktır. Bir akıl yürütmede öncüllerin zorunlu sonucu çıkarsa önerme geçerlidir. Yukarıda verdiğimiz örnekteki öncüllerin zorunlu sonucu olarak insanın solunum yaptığı bilgisine ulaştık. Ancak çıkan sonuç sadece geçerlidir. Sonuçta ortaya bir malumat çıkmıştır. Çıkan malumatın doğruluğu mantık tarafından belirlenmez.  Bir önermenin geçerli olması  önermenin doğruluğunu kanıtlamaz. Önermenin doğruluğu diğer muhtelif ilimlerle denetlenir. Geçerli ama doğru olmayan bir önermeye örnek olarak:

Bütün insanlar üç ayaklıdır
Ali insandır
O halde Ali üç ayaklıdır 

Formu açısından önermemiz geçerlidir. Öncüllerin zorunlu sonucuna ulaştık. Ama insan üç ayaklı bir varlık değildir. 

Mantık "tasavvur" ve "tastik" olmak üzere iki bölümden oluşur. Tasavvur bölümü, sözün anlama delaleti(delaletü'l elfaz), kavram, beş tümel , tanım ve bölme gibi konulardan oluşur.  Tasdik bölümü ise, önerme, kiplik, döndürme, çelişki, kıyas ve beş sanattan oluşur( Burhan, Cedel, Hitabet, Şiir ve muğlata). Mantığın tasavvur bölümü tanım ile, tastik bölümü ise kıyas(hüküm) ile müteşekkildir.

Tanım, tanımlananın şeyin hiçbir ferdi dışarda bırakmamak ve hiçbir şey de dışardan tanımlanana atfetmemektir. Genel sıfatlardan tanım yapılmaz. Tanım yapılan sıfat cinse özgü olmalıdır. Tanımlanan şey diğer varlıklardan tanımlandığı sıfat itibariyle ayrıştırıcı olmalıdır. "İnsan beslenen bir canlıdır" örneği tanımlanan varlığın ayırıcı bir özelliği değildir. İnsandan başka beslenen canlılar da mevcuttur. "İnsan konuşan bir canlıdır" tanımı ise bize insanın ayrıştırıcı özelliğini verir. Dolayısıyla doğru bir tanım yapmış oluruz.

Kıyas tümdengelimsel bir akıl yürütmedir. Kıyaslar öncüller ve sonuç olmak üzere iki kısımdan oluşur.  Kıyasın bir başka tanımı da geçerli çıkarımdır. Bu noktada geçerli çıkarım formu itibariyle doğru düşünme ve akıl yürütme biçimidir.

NOT: Bu metin sadece klasik mantığı mevzu almıştır. Metin mantığın ilk konularıdır. 

19 Şubat 2013 Salı

YAPISALCILIK VE DİL


                                             


İnsanın varlığının manasına erişebilmesi, kendi varoluşunu ve diğer varlolanların Varlığını keşfetmesiyle mümkündür. Dünyanın içinde olması bakımından insan tek başına bir Varlık elde edemez. Diğer varlolanlarla da irtibalı olması ve onların manasını keşfetmesi gerekir. İnsan, kendi varlığının ve diğer varlolanların farkında olan tek canlıdır. İşbu noktada varlığın farkına varmak “mana” ile mümkündür. Mananın keşfine giden yol da dil üzerinedir. Dil, yol üzerinde karşılaşılan bir şey değil; yolu açan şeydir. Bu noktada dil, varlığın manasını gizleyen bir gösterge konumundadır. Ancak gösterge olarak dil, imgeyi ve nesneyi temsil eden bir aracı düzeyinde değildir. Nesnenin manasını içinde barındıran bir konumdadır. Dil, varlığını manada bulur ve bu manaların açığa çıkarılmasıyla önemli bir hale gelir. Burada manayı açığa çıkartma söz ile mümkün olur. Bu noktayı şimdi değil Saussure’nin dil- söz ayrımını açıkladıktan sonra yapacağım.

 Ferdinand de Saussure, dilbilimsel yapısalcılığın temellerini dil-söz ayrımı ile yapar. Saussure göre dili sözden ayırmak demek; toplumsal olguyu bireysel olgudan ayırmak ve temel olguyu ikincil, az çok da rastlantısal nitelikli olgudan ayırmak demektir[1]. Anlaşılacağı üzere bireysel olan, ikincil olan ve rastlantısal olan sözdür. Saussure’nin dil ile söz ayrımına gitmesinin nedeni: rastlantısal ve bireysel olarak tanımladığı sözü bir dizge* haline getirmenin imkan dışılığından dolayı yapar. Aynı zamanda dili yapısal bir hale getirmesi, onun artsüremi ve eşsüremli dilbilim ayrımının da bir sonucudur. Kelimelerin tarihsel gelişimini dışlayarak kelimenin tarihin belli bir dönemindeki manayı kabul eder[2]. Sözün dilden dışlanması ve eşsüremli dilbilim anlayışıyla Saussure, dili yapısal bir konuma yerleştirir. Böylece dil, belli yapılar etrafında incelenir ve bu yapılar içerisinde sözcükler manasını bulur. Yapısalcı anlayışa göre, insanlar kendi yükledikleri mana dünyası içerisine yaşar ve mananın insanın yüklemesinden ibaret olduğunu kabul eder[3].Yapısalcılığın amacını, Fransız bir yapısalcı olan Barthes şöyle açıklar: yapısalcılık, bir nesneyi, onun işleyişini, onun hangi kurallara göre işlediğini ortaya çıkaracak bir şekilde yeniden inşa etmektir. Bu faaliyetteki yapı terimi nesnenin bir temsilidir.Ancak bu temsil amaca matuftur[4].

Yapısalcı anlayışın dil teorisine göre karşımıza iki sorunsal çıkmaktadır: mana inşa edilen bir şeydir ve söz dil dışı bir şeydir. Dil, insan konuşmasıyla varlığına kavuşur. Söylem, dili açığa çıkartan, görünür hale getiren ve düzen veren bir yetidir. Söylemde konuşma ile mümkündür. Ancak söylem ile konuşma aynı şey değildir. Bir insan çok konuşabilir ancak hiçbir şey söylemeyebilir. Dolayısıyla manalarla varlığa gelen dil, söylem ile görünür hale gelir. Dilin gelişimini ve değişimini sağlayan söylemdir. Saussure bunu kabul eder. Ancak yine de sözü dilin dışında tutar. Düşüncelerin sonsuzluğunu yinelemeli bir şekilde sağlayan dili sürekli canlı tutan söylemdir. Hatta dil, yaşamını sözde bulur. Manalarla varlığa gelen dil bu manaların açığa çıkarılması işlemini söylem sayesinde gerçekleştir. Saussure söylemin -haliyle konuşmanın- irade ile kazanıldığını söyler. Ancak konuşma insan iradesiyle ortaya çıkan bir şey değil, insanın doğası gereğidir. Öyle ki nasıl dil irade ile kurulmuş bir yapı değilse-dilyetisi(dil edimi) insanın doğuştan gelen bir özelliğiyse- konuşma da irade dışı bir edimdir.

Mana, bir şeyin hakikatine işaret eder. Varolanların Varlığının keşfi mananın keşfi ile mümkündür. Ancak yapısalcılık, nesnelerin fonksiyonlarını belirlediği amaca göre yeniden inşa etme işlemidir. Böylece insanlar nesnenin hakikatine ulaşmayı ona yükledikleri manayı yeniden ortaya çıkartmak olarak varsayarlar. Yapısal düşünce, kurgulanmış olanı, verilmiş olanı alır, parçalar ve tekrar birleştirir. Varolanların ne olduğunu bulma süreci bir şekilde yapıları çözümleme sürecine döner. Kurgulanmış olan yapıların keşfinin imkansız olduğu düşünüldüğünde insan yeni bir yapı kurar ve sonunda karışık bir durum vuku bulur. Örnek olarak, bir metni okuyan insan, metnin yapısını çözümlenebilmesi için öznenin nesne ile kurduğu irtibatı birebir bilmesi gerekir. Bu da üreticinin kendisi olması demektir ki imkan dışındadır. Yapının çözümlenmesi sürecinde insan dahili olamadığı bir şeyi farklı bir formda kendisi üretir. Yapının çözümlenmesinin bir başka yönü de yapının parçalanmasıdır. Konunun dışında olduğu için değinmeyeceğim bu durum nihayetinde yapının parçalanması yapılırken mananın da yok edilmesi gibi vahim bir durum ortaya çıkar.

Yapısalcılığın ortaya çıkardığı başka bir sorunsal olarak dilin işlevsel boyuta itilmesi de konu içine alınmalıdır. Yapılar etrafına hapsedilen dil sonunda düşüncenin dolayısıyla varlığın Varlığına kavuşmasının aracısı olmaktan çıkarılır ve dili iletme, taşıyıcı konumuna iter. Toplumsal bir uzlaşı, anlaşma aracı olarak görülen dil, manaya açılan bir kapı olması bakımından temel özelliğini kaybeder. Dilin işlevsel olarak ele alınması uyarlanabilir çözümler ile kısıtlanması demektir. Test edilen olgular üzerinden açıklanan dil mekanik felsefenin sığ alanına atılır. Bu sebeple dilin biyolojik yönü belki ama zihinsel, düşünceye ilişkin yönü açıklanamaz. Böylece insan varlığının farkındalığına kavuşması engellenir. İnsanın kendisini bulması ona verilenler etrafında şekillenir. Verilmiş olanla yetinen insan sonunda öz/gürlüğü elinden alınmış olur.

Bugün görsellerle hapsedilen insana enformasyonun bombalanması işlevsel dil aracılığıyla yapılır. Bilginin ortadan kaldırılmasıyla birlikte insan enformasyona mahkum edilerek, görsel alan içerisinde kontrol edilir. İnsanın hapislikten kurtulamamasının nedeni onun varlığına kavuşmasının biricik yolu olan dilin varlığının ortadan kaldırılması dolayısıyladır. Sadece dil ortadan kaldırılmaz. Yukarıda değindiğim gibi manada ortadan kaldırılır. Bundan dolayı dilin düşünceye olan kaynaklığı yok edilir.

Yapısalcılığın zaferi en sonunda bilimselliğin zaferidir[5]. Bilim, olgusal olanın gözlemlenmesi ve deneye tabi tutulmasıdır. Bilim olgunun niteliğine ilişkin bir yargıdan uzak durur. Yani niçin sorusunu sormaz; neden ve nasıl sorusu ile yolunu tayin eder. Bu noktada Aristotales’in dört sebebi söylenmeye değer: a) maddi neden b) hareket ettirici neden c) ereksel neden ve d) formel neden[6]. Bilim bu noktada maddi neden ve formel neden ile ilgilenir; hareket ettirici nedeni ve ereksel nedeni konusu dışında tutar. Böylece nesnenin manasını keşif imkansız hale gelir. İnsanın niçin yaratıldığını ve kim tarafından yaratıldığını bilmediği için kendi varoluşunun farkına varamaz. Varoluşunun Varlığına erişebilmesi için insan, bilimsel dil veya mekanik dil anlayışının dışına çıkması gerekir. İnsan, dili bildirişimden öte kendisinin hakikatinin gizli olduğu bir gösterge olarak nazarına almalıdır.

“varlığın manasına yönelik soru, nihai olarak dilin özüne yönelik soru ile örtüşür”[7]


* Saussure yapı kelimesi yerine dizge-sistem- kelimesini kullanır. Ancak daha sonra dizge yapı haline gelir. Yapı ve dizge arasındaki fark bu yazının mevzu olmadığından bu konuya girmiyorum.

1-Saussure, de Ferdinand (1985), Genel Dilbilim Dersleri, Ankara: Birey Toplum Yayınları
2-Saussure, de Ferdinand (1985), Genel Dilbilim Dersleri, Ankara: Birey Toplum Yayınları
3-Görgün, Tahsin (2003), Anlam ve Yorum, İstanbul: Gelenek Yayınları (ayrıca bkz. Jean Piaget, Yapısalcılık)
4-Barthes,Roland (2012), Göstergebilimsel Serüven, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları
5-Ricoeur, Paul (2009), Yorumların Çatışması, İstanbul: Paradigma Yayınları
6-Aristoteles(2010), Metafizik, İstanbul: Sosyal Yayınları
7-Heidegger, Martin (2011), Varlık ve Zaman, İstanbul: Agora Kitaplığı [akt. Altuğ, Taylan (2008), Dile Gelen Felsefe, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları]

DİL VE DÜŞÜNCE





Dil, 19. yüzyıldaki incelemelerle bilimsel bir kimlik kazanmıştır. Ferdinand de Saussure'nin etkisiyle dilbilim, bağımsız bir kimlik kazanmanın yanında düşüncenin de yönünü değiştirmiştir. 20. yüzyılda ortaya çıkan Analitik Felsefe, dilbilimin "düşünceye" yaptığı etkisinin bir kanıtıdır.

Dil üzerine ve dil sorunlarıyla ilgili tartışmalar modern dönemin bir ürünü değil, tartışmaların tarihi Antikite'ye kadar gider. Dil sorunlarıyla ilgili en yoğun tartışmalar, "dil ve düşünce" ilişkisi ve "dilin varlığı"na yöneliktir. J.V. Vendryes, Dil ve Düşünce kitabında bu iki sorunu birlikte ele alıyor. Vendryes'in çalışmasının gösterdiği, dil ve düşünce ilişkisinin çözümlenmesi dilin varlığına dair birşeyler bulmamıza yardımcı olabilir. Aynı zamanda yazar, dilin nasıl ortaya çıktığı sorusuna net bir cevap verilemeyeceğini, çünkü en eski dillerin bile bize dilin ortaya çıkışıyla ilgili somut bilgiler vermediğini söyler. Yazar, dilin varlığına yönelik varsayımlardan kaçınarak, dil ve düşünce ilişkisi üzerine yoğunlaşır. Vendryes, dil ve düşünce ilişkisinde dile öncelik verir:

"Düşünce, dile dayanarak, daha doğrusu dille kaynaşarak görevini yapabilir."

 Bu alıntı, bir soruya kapı aralar: Düşünce dile dayanıyorsa, dil nasıl ortaya çıkmıştır? Cevabı yazardan dinleyelim:

Dil, insan gereksinimlerine göre kurduğu ve geliştirdiği toplumsal bir kurumdur.

İnsan, dili nasıl kurdu? Bu noktada yazar, " Dil yaratılabilmesini sağlayan bir göstergeler dizgesi kurabilmek için insanın doğal olanakları neydi? sorusunu sorar. Vendryes, soruya şöyle cevap verir:

Duyular ve her şeyden önce işitme ve görme organları. İki türlü dil bunun sonucu: sözlü- sesli, yani eklemli dil ve el kol, yüz hareketlerine dayanan görme dili.

İnsanın düşüncesinin farkındalığına varabilmesini sözlü dile bağlar Vendryes. Çeşitli hareketlerle, homurtularla vb. sesler çıkartarak insanın düşüncesinin bilincine vardığını söyler. Vendryes, ilk insanların ortaya çıkardığı sözlü dil, bir evrim sonucu seslerin ve hareketlerin anlamla donatılması sonucunda "dil"in ortaya çıktığını savunur. Dilin varlığına ilişkin; dili toplumun mu yoksa dil mi toplumu ortaya çıkardığı sorusuna varsayımdan öteye geçemeyeceği için çocuksu olarak cevap veren Vendryes, evrimci tarih anlayışının varsayımlarından yararlanır. Vendryes, sözlü dilin "dil" haline dönüşmesinde insanın doğayı tanıması ve anlamlandırmasının önemine dikkat çeker.

"İnsan beynindeki kelimeler nesnelerin imgeleriyle birlikte doğmuştur."

İmdi, yazardan yapılan bu alıntılar dil ile düşünce arasında çelişik bir durum barındırır. Yazar, düşüncenin ortaya çıkışını dile bağlar. Sözlü dilin ortaya çıkması ve gelişmesi sayesinde düşüncenin vücut bulduğundan bahseder. Acaba kelimelere sahip olmadan düşüncenin varlığı mümkünmüdür? İnsan dile dayanmadan, anlamını dilde pekiştirmeden düşünce eyleminde bulunmasının imkanı nedir? Saussure, dilbilimi göstergebilimin bir parçası olarak görüyordu. Her şeyin göstergelerden oluştuğunu dolayısıyla dilbilimde göstergebilimin içinde kendisine yer buluyordu. Göstergeler (gösteren-gösterilen), anlamını nerede bulur? Sorulara cevap olarak, anlamını dilde pekiştirmeyen hiçbir gösterge yoktur. Dolayısıyla düşünce dil ile varlık bulur. Ancak düşüncenin dil ile varlık bulması, dilin düşünceyi iletmeye yönelik, düşüncenin somutlaşmasını sağlayan araçsal bir görevde olduğuna değil, dilin, valığa öz/gürlüğünü vermesi düşüncesine dayanarak dilin düşünsel eyleme varlık kazandırdığından bahsediyorum. ( Friedrich Nietzsche, insan konuşan bir hayvandır)
Yukarıda yapılan alıntıya başka bir yorumlama getirirsek, insanın nesneyi tanıması ve adlandırmasının bir sonucu olarak dilin varlığa geldiğini savunur. Düşüncenin önceliğini vurgulayan bu yaklaşım, insanın doğuştan düşünce yetisini elinde bulundurması görüşünü savunmakla bir tutarlılık kazanabilir. Eğer insan doğuştan düşünce yetisini elinde bulunduruyorsa, insana düşünme yetisini veren aşkın bir varlığın kabulü elzem bir hal alıyor. Bu da dil ile metafiziğin ilişkisini ortaya çıkarır. Yazar, düşüncenin doğuştan geldiği teorisini sözlü dile ilişkin açıklamalarında ortaya koyduğu evrimsel tarih anlayışı nedeniyle kabul etmez. Dolayısıyla, dil ile düşünce arasındaki ilişkiyi açıklama noktasında net bir tavır belirleyemez  Vendryes. Bu varsayımda bulunmamın sebebi, yazarın kendisidir:

Düşünmek için dil gereklidir, düşünceyi ifade edebilecek bir kalıp olmayan yerde düşünce de doğamaz.

Vendryes, burada dilin önceliğine vurgu yapar. Düşünce ile dil arasındaki ilişkiye yönelik net bir tavır sergileyememesinin yanında Vendryes, genellikle dile öncelik tanır. Ancak dilin ortaya çıkışına net bir cevap veremez. Konunun tıkandığı bu noktada Vendryes, düşünceye yönelir.

Düşünce ayrılıklarına dil ayrılıkları yol açmaz; dil ayrılıklarına düşünce ayrılıkları yol açar.
İnsan dilleri etrafında düşünmez bu alıntıya göre. Diller düşünceye göre şekil bulabilir. O zaman düşünce dillerin farklı konuşulduğu coğrayalarda aynı veya benzer olması gerekirdi. İnsanların bu durumda birbirlerinden çok farklı düşünmemeleri sonucu çıkar. Ancak durum bunun tam tersi. Toplumların düşünsel eylemlerini dilleri belirler. Dilin sahip olduğu zenginlik düşüncenin derinliğini ortaya çıkarır. Vendryes, bu durumu aslında çok açık bir şekilde ortaya koyar:

Bağımlıyım dile ben, çünkü onun bana sunduğu kelimelerle konuşabilirim.

Vendryes, dilin varlığına ilişkin sorunun çözülemezliğini kabul eder ancak bu sorun üzerine düşünmeye devam eder. İçinden çıkamadığı dilin varlığına ilişkin sorun onu, dil ile düşünce arasındaki bağlantının nasıl olduğu noktasında paradoksal bir çizgiye yönlendirir. Dil ile düşünce, birbirine kaynaşmış ve biri olmadan diğerinin olamayacağı aşikar olan iki kelime. Hangisinin bir diğerine varlık kazandırdığı bugüne kadar kesin bir şekilde çözümlenemedi. Bu noktada bizi çözüme kutsal kitaplar götürür. Ya dilin Tanrı tarafından insana bahşedildiği kabul edilecek ya da insanın bir melekesi olarak düşünme yeteneğiyle dünyaya geldiği. Her iki durumda da insan, bu soruna cevap bulmak istiyorsa Tanrı'ya yönelmelidir. Bu noktada Düşünce'nin metafizik ile mümkün olduğu açık bir şekilde ortaya çıkıyor. Metafizikten yoksun bir düşünce insanı, içinden çıkamadığı ve çelişkiye düşmekten kurtulamadığı bir yola sürükler.



* J.V. Vendryes'in Dil ve Düşünce kitabının değerlendirmesi.