25 Mayıs 2013 Cumartesi

BİR DENEYCİNİN FELSEFESİNDE BİLGİ SORUNU


Modern felsefeyle birlikte "bilgi" hem bir sorun hem de felsefenin temeli haline geldi. Descartes'ın ortaya koyduğu kuşkuyla varlığı kesin bir bilen öznesiyle birlikte epistemoloji felsefenin temel uğraş alanlarından bir tanesi oldu. Ben bu yazımda epistemolojisini deney üzerine kuran 17. yüzyıl filozofu John Locke'yi anlatmaya çalışacağım. Locke'yi anlatmadan önce kısa bir bölüm Descartes'e ayırdım. Çünkü Descartes doğuştan bilginin varlığına inanmaktatır. Locke'nin yapmak istediği ise, bu düşünceyi yıkmaktır.

Bilen Öznenin Ortaya Çıkışı

Descartes, ilk önce insan varlığının kesinliğini ortaya koyarak işe başlar. Her şeyin yanlış olduğunu düşünen veya hiç düşünmeyen bir "ben" zorunlu olarak vardır. Bundan dolayı Descartes, "düşünüyorum öyleyse varım" önermesiyle kuşkuya yer bırakmayacak bir doğru edinir. Burada kuşkuya yer bırakmayacak derken, Descartes'in kuşkulanmayı bıraktığını söylemiyorum. Tam tersi Descartes, kuşkulanarak bir varlığı kesin olan özne ortaya çıkarır.

Descartes buradaki ben'i, tüm özü ya da doğası düşünmekten başka bir şey olmayan ve varolmak için herhangi bir yere gereksinimi olmayan, herhangi bir maddesel bir şeye  bağımlı olmayan töz olarak tanımlar. Bu töz ruhtur ve bedenden tamamıyle ayrıdır.

Bu noktadan sonra Descartes, insanın düşünmeyi nereden öğrendiği sorununu çözer. İnsan ve diğer varolanlar bir varlık olmaları nedeniyle bir yetkinliğe sahiptirler. Ancak bu yetkinlik, tam yetkinlikten alınmış bir paydır. İnsanın tam yetkin olamaması bedeni ile ruhu arasındaki uyuşmazlıktan kaynaklanır. İnsan yalnız ve başkasından tümüyle bağımsız olmuş olsaydı, sonsuz, ölümsüz, tambilen, tamgüçlü gibi Tanrı'da varolan tüm yetkinliklerin sahibi olurdu. O halde insan düşünmeyi nereden biliyor? Descartes bu soruya cevap olarak, "Böylece yetkinlik fikrinin gerçekten benim olmadığım kadar yetkin olan ve bende herhangi bir fikri bulunabilen tüm yetkinlikleri kendinde taşıyan bir doğa tarafından yani bir sözcükle açıklamam gerekirse Tanrı tarafından bana konulmuş olması gerekir." Görüldüğü gibi Descartes, doğuştan fikirlerin duyu ve imgelerle elde edilen fikirlerden daha kesin olduğunu söylüyor.

Bir üçgenin iç açılarının toplamının 180 derece olduğu çok aşikarken dünyada herhangi bir üçgen bulunmaz. Descartes bu örnekle geometrinin yöntemiyle Tanrı'nın varlığını temellendirir. Tanrı'nın bu şekilde kanıtlanışı insanın tüm bilgilerinin duyulardan elde edildiği görüşünü de çürütür. Bu noktada Descartes, Tanrı'nın ve ruhun fikirlerinin duyularda olamayacağını söyler. Duyuların elde ettikleri bilgiler akıl tarafından güvenli kılınır.

Doğuştan Bilgi Yoktur

Locke'nin amacı; insan bilgisinin kaynağını, kesinliğini ve genişliğini araştırmaktır. Bu amaçla Locke insanın anlama yetisi veya düşünce yetisini incelemiştir. Locke göre düşünce, zihnin dolaysız nesneleri olan ideleri incelemeyle anlaşılır. İde, anlama yetisinin herhangi bir ediminde doğrudan doğruya bilinen veya bilincine varılan tikel zihinsel nesneyi belirtir. Yani anlam yetisinin nesnesi olan şeydir. İde, zihinsel bir nesne olmasına rağmen salt psikolojik bir varlığa da sahip değildir. İde gösterge olması bakımından yani bir nesneyi imlemesindan dolayı gerçekle arasında bağlantı kurulur.

Locke, epistemolojisini deney üzerine kurar. Ona göre bilgi, iki ide arasındaki uyuşma ya da uyuşmamanın algılanmasıdır. Bilginin açık-seçik oluşu , idelerin kendilerinin açık olup olmadığına değil, ideleri algılayan zihnin açık olup olmadığına bağlıdır. Bu noktada Locke, sezgisel ve çıkarımsal olmak üzere insanın iki şekilde nesneyi kavradığını söyler. Sezgisel bilgide tasarımlar arasındaki uygunluğu ya da uygunsuzluğu doğrudan doğruya, başka tasarımların aracılığı olmadan görürüz. Bu, bilginin en yüksek derecesidir. ("Ak"ın "kara", "üçgen"in "kare" olmadığını bilişimiz gibi). Bu tür bilgi, tıpkı Descartes'da olduğu gibi, en açık ve en seçik bilgidir. Çünkü Descartes için şüphe edilmez en kesin bilgi şüphe eden bir öznenin varlığıdır.  İşte, kendi varlığımızı bilişimiz de böyle sezgisel bir bilgidir. "Ancak kendi öz varlığımıza ait sezgiye dayanan dolaysız, kesin bir bilgimiz vardır" diyerek Locke Descartes'ten etkisini açığa çıkartır. Çıkarımsal bilgide ise, ideler arasındaki uygunluk ile uygunsuzluğu bu ideleri doğrudan doğruya kendilerinden değil, başka idelerin yardımıyla kavrarız. Bu bilgi, sezgisel bilgi kadar da açık ve seçik değildir. Locke'nin burada amacı bilginin sınırlarını göstermektir. Bilginin sınırları da idelerdir.

Locke'ye göre deneyden başka bilgi kaynağı yoktur. Bu görüşünü de doğuştan bilginin olduğu iddiasını çürüterek ortaya koyar. Doğuştan bilginin varlığını savunanların söylediği "zihne doğal olarak kazınmış bir şey" ve "bir şey neyse odur ile bir şeyin hem olması hem de olmaması imkansızdır." önermeleri Locke için anlamsızdır. Bunu örnek üzerinden açıklamaya çalışır; "çocuklar ve budalalar zihne doğuştan kazınılmış şeyleri bilemez. Eğer böyle bir şey olsaydı çocukların ve budalaların doğuştan kazınılmış şeyleri zorunlu olarak algılamaları, bilmeleri gerekir. Bunu yapamadıklarına göre böyle bir şey yoktur." Bu noktada Locke zihne kazıyı eğer böyle bir şey varsa, belli doğruları algılanabilir kılmaktan  başka bir şey değildir diye açıklar. Çünkü bir şeyi zihne, zihnin onu algılamadığı biçimde kazımak anlaşılmazdır. Locke'nin savunduğu bilgi anlayışına göre de algıladığımız nesneler zihin tarafından algılanabilir olduğu için algılanır. Locke'ye göre, doğuştan kazanılmış şeyler, aklın kullanımını öğrendikten sonra fark edilir görüşü de yanlıştır. Çünkü, doğuştan kazanıldığı zannedilen şeyler insan zihninde hemen oluşmuş değildir. Yaşantıyla öğrenilen ve fark edilen bir şeydir. Bir şey neyse odur ve bir şeyin hem olması hem de olmaması imkansızdır önermeleri çocuklar ve aptallar için anlamsızdır. Eğer böyle olmasaydı çocuklar, budalalar ve hatta ilkel insanlar bu bilgileri zorunlu olarak bileceklerdi. Ancak böyle bir durum söz konusu değil.

Locke göre, ahlaki ilkeler de sonradan kazanılır. Adalet ve doğruluk toplumun ortak bağlarıdır. Yasayı ihmal edenler de birlikte yaşayabilmek için aralarında adaleti ve güveni sağlamak zorundadırlar. Ahlak kuralları bir kanıt gerektirir. Dolayısıyla doğuştan değillerdir. Doğuştan olsaydı, herkes ahlak kuralları üzerine ittifak ederdi ve kuralın sebebi aranmazdı. Ayrıca farklı coğrafyalarda farklı ahlak kuralları uygulanamazdı. Bu açıdan bakıldığında ahlak kuralları doğuştan değil, toplumun yararına yapılmış kurallardır. Ahlaki kurallar doğuştan olsaydı toplum içinde hırsız, katil gibi ahlaka ters düşen şeyler yapan insanlar görünmezdi. Çünkü ahlak bilgileri onlarda zorunlu olarak varolacağından bunun dışına yönelmezlerdi.
İdeler
Locke'a göre, bütün ideler duyumdan ya da düşünümden gelir. Bütün bilgimizin temelinde deney vardır. Bilgilerimizin kaynağı ya dışşal duyulur şeyler üzerine ya da zihnimizin algıladığı veya düşündüğümüz şeylerle ilgili olarak içsel işlemlerdir. Dış deneyin konusu, dışımızdaki algılanabilen nesnelerdir. İç deney ile kendi ruhumuzdaki durumları ve etkinlikleri, dış deney ile de ruhumuzun dışındaki nesnelerin etkilerini kavrarız. Tekrar etmekte fayda var; Locke'a göre, kendi öz varlığımıza ait, sezgiye dayanan dolaysız bir bilgimiz vardır. Bu istidlalle Locke, iç ve dış deneyin bize verdiğinden başka bir şeyi bilmenin imkânsızlığını açıklar.

Zihnimizin bilgiye kaynaklığı yine duyuların dış dünyadan algıladıkları çerçevesinde oluşur. Locke'ye göre düşünce tamamen duyuma bağlıdır. Ayrıca nesnelerden elde edemeyeceğimiz ideleri de zihin türetir. Ruh kendi üzerine düşünür ve bu işlem sonucunda algılama, düşünme, bilme, isteme, kuşkulanma, inanma gibi ideler üretir. Bu idelerin varlığı yine duyularla elde edilen ideler üzerine düşünme sonrasında elde edilir. Locke bunlara düşünsel ideler der. Bu ideler sayesinde insan yeni bir şeyler üretir. Zihnin ürettiği bir başka ideler de tümellerdir. Tümeller mevzu Locke'nin dil anlayışı içinde açıklanacaktır.

Locke genel İdelerin üç türü olduğunu söyler. Bunlar;a) basit idelerin b) birleşik ideler c) nesnelerin adlarıdır.

a) basit ideler; bu tür idelerin edinilmesi sırasında insan zihninin edilgin olduğunu; şeylerin varoluşu duyularımızı nasıl etkiliyorsa, bunların da zihnimizde o biçimde belirdiğini; zihnin bunları var edip yok sayamayacağını söyler. Dolayısıyla bu ideler, üretilen değil, yalnızca “edinilen” idelerdir. Bu basit ideler, zihne, duyum ve düşünce yoluyla gelirler. Bunlar birleştirilmemiş görünümlerdir. Bir insanın bir buz parçasında duyumladığı soğukluk ve sertlik, zihinde bir leylağın kokusu ve eflatun rengi, ya da şekerin tadı, biberin acılığı birer basit fikir olup açık ve seçik algılardır.

b) birleşik ideler; Locke, yalın idelerin “soyutlama” yoluyla nasıl oluşturulduğuna, yani zihnin yalın idelerin oluşturulması sırasında ne tür bir “etkinlik” gösterdiğine dair örnekler de verir. Örneğin, bizler yalnızca gözümüzü kullanmak yoluyla nesnelerin bir çok niteliğini aynı anda, dolayısıyla da ayrışmış olarak değil, birleşik olarak duyumlarız: Gözümüz bize bir nesnenin “rengini” bildirirken, aynı anda “şeklini”, “hareket edip etmediğini”, “katı mı sıvı mı olduğunu” da bildirir; duyum sırasında bunlar bir aradadır ve biri olmadan diğerlerini duyumlayabilmek olanaklı değildir. Buna karşılık, biz yine de, hepsini tek bir duyum yoluyla aynı anda edinmiş olsak da, örneğin, elmanın “kırmızılığı”ndan, “yuvarlaklığı”ndan, “sertliği”nden ayrı ayrı söz edebiliriz. Buna olanak sağlayan, Locke’a göre, aynı duyu organının ilettiği farklı nitelikleri birbirinden ayırt etmemizi olanaklı kılan “soyutlama” yeteneğimizdir. Yalın idelerin, Locke tarafından, “soyut” ideler diye nitelenebilmesine olanak sağlayan, bu özellikleridir. “Genel” diye ifade edilmelerinin sebebi, birden fazla nesnede bulunan aynı niteliği temsil ediyor olmalarından kaynaklanır. İşte genel idelerin ikinci türü olan birleşik ideler bu kapsama girer. Kısacası  bileşik ideler, istençli birleşimler olup, taklittir ama gerçek değildir.Ayrıca bu idelerin hepsi kusurlu ve eksiktir.

c) nesnelerin adları; bunların soyutlama etkinliğiyle ilgileri açıktır ve soyutlamanın ikinci türüyle oluşturulurlar. Soyut genel idelere karşılık gelen bu adların üç çeşidi de, hakkında oldukları ide grubunun türler içinde sınıflanabilmesine olanak sağlar.Dolayısıyla hepsi, “tür ideleri”ne karşılık gelir. Bize, aynı ad altında ayrılan bir grup varlığın ortaklıklarını açıklar. İlk ad grubu, nesnelerden edinilen ayrıştırılmış ideleri; ikinci ad grubu, nesneler arasındaki duyumlanamaz ilişkileri; son ad grubu da, nesnelerin kendisini belirli türler içinde sınıflar.


Locke, duyumları, nesnelerin kendisini yansıtmak bakımından birincil ve ikincil nitelikler olmak üzere ikiye ayırır. Büyüklük, şekil, sayı, durum, hareket, nüfuz edilemezlik gibi matematiksel ve zaman-mekânla ilgili olduğu için fiziksel addedilen birincil nitelikler dediği duyumlar nesneye ait olup gerçeğin yansılarıdır; zira bunları ortadan kaldırdığımızda nesnenin kendisi de ortadan kalkar*. Nesnelerin bu birincil niteliği basit ideleri oluşturur. Renk, ses, koku, tat, sıcaklık-soğukluk, sertlik-yumuşaklık gibi nesneye değil, özneye ait olan (duyu organlarımızın yapısıyla ilgili olan) ikincil nitelikler dediği duyumlar ise, gerçeğin yansıları değildir; rastlantısaldır*.  Nesnenin ikincil niteliği ise, birleşik idelerin alanıdır. Renkler, sesler, kokular ve tatlar dış dünyada gerçekliği olan özellikler olmayıp, duyu organlarımızın nesneyi agılamasında ona yüklediği anlamlardır. Suyun umrunda değildir temizleyici özelliği oluşu. Onun temizlik özelliğinin olması bizim için anlamlıdır. Bu yüzden Locke, deneysel bilginin güvenilir temelini birincil niteliklerde bulur.

Sözcükler Üzerine

Locke'nin dil anlayışı ise, toplumsal bir yaratık olacak şekilde insanı toplumun en büyük aracı ve ortak bağı olan "dil" ile donatmıştır. Bu açıklamaya göre, bireyin birlik oluşu dil ile mümkün olan bir şeydir. Locke bu noktada dilin hem düşünceyi ileten yönünü hem de insanlar arasındaki bağı kurması bakımından konuşmayı sağladığını vurgular. Bir nevi dil onun için işlevsel bir boyuttadır.

 Locke dilin işlevselliğini şöyle açıklar, iki çeşit gösterge vardır: dil ve ide. Ancak sözcük bir nesneyi göstermez. Dilin gösterdiği bir idedir. Dil ideyi imlediği müddetçe konuşma ve anlaşma mümkündür. Locke'nin dil ile ide arasında böyle bir bağlantı kurmasının sebebi, dilin hakikati ,çevrelediği, gizlediği anlayışına karşı çıkmak amacıyladır. Locke'ye göre dil Tanrısal veya doğal değil, insan ürünü ve uzlaşımsaldır. Bu açıdan Locke'ye göre dil bir nesneyi imlemez ideyi imler.

Dil ile ideler arasında doğal bir bağlantı yoktur. Öyle olsaydı dünyada tek bir dil olurdu. Dil belli bir ideyi temsil ediyorsa bu Locke'ye göre bilinçli bir düzenlemedir.  Bu noktada dil ideleri temsil ederken konuşan kişinin idelerini temsil eder.

Locke için dilin bir başka işlevi de genel terimler oluşturmasıdır. Algıladığımız her şey tikelken niçin genel terimlere ihtiyacımız var sorusunu Locke iki şekilde açıklar; ilk olarak her tikel şeyin ad olması imkansızdır. Bu insanın potansiyelini aşan bir şeydir. Ayrıca her tikel nesneye tikel ad verilmiş olsaydı anlaşma çok zor olurdu.

İkinci olarak bu yararsız bir şeydir. Dilin asıl amacı düşüncelerin iletişi olduğundan bu iletim sürecinde konuşan kişinin ideleri belirleyici olduğundan genel ideler ile anlaşma sağlanır.

Bir sözcük genel bir ideyi imlediğinde genel olur. Peki genel idenin oluşumu nasıl olur? Locke bunu şöyle açıklar; kendi başına alındığında tikel olan ide, aynı türdün diğer bütün tikel ideleri temsil ediyorsa genel özelliğine sahip olur. Böylece her genel ideye farklı bir ad vermeyi ve sonsuz adlar meydana getirmeyi engeller genel ideler.

Locke'ye göre duyular önce tikel ideleri içine alır, henüz boş olan  odaya döşemeye başlar ve zihin adım adım onların bir kısmını tanıdıkça belleğe yerleştirir ve adlandırır. Bir çocuk yediye kadar saymaya başlayınca, eşitliğin ve idesini öğreninceye dek üçün dörde toplamının yedi olduğunu bilemez. Çocuk burdaki doğruluğa, zihnin bu adların yerlerini tuttukları açık seçik idelerin yerleşmesiyle birlikte görünür.

KAYNAKÇA
John Locke, İnsan anlığı Üzerine Bir Deneme
Rene Descartes, Metot Üzerine Konuşmalar
* Ülker Öktem, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Dergisi
43,2 (2003) 133-149

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder