Öz: Derrida, Batı felsefesine yönelik eleştirinin
temelini Heidegger’den miras aldığı ve derinleştirdiği bir kavram olan
"dekonstrüksiyon" üzerine ve ayrıca "differance" kavramı
üzerine inşa eder. Dekonstrüksiyon, bir bütünlüğün parçalara ayrılması
sonucunda oluşturulan bütünlüğün nasıl yapılandırıldığını anlamaya işaret eder.
Batı felsefesini mevcudiyet metafiziği olarak eleştiren Derrida, varlığın zamanın
etkisi dışına çıkartılarak tasarımlanması sonucunda değişmeyen, sabit bir
evrensel hakikatin ortaya çıktığını söyler. Metafizik düşüncenin evrenselliği
Derrida'ya göre, "logos-merkezli" oluşundan kaynaklanır. Logos
varlıktaki düzene ve rasyonelliğe işaret ettiği düşünüldüğünde Derrida,
hakikatin mevcudiyet formu içinde düşünülmesine zemin hazırlanmış olduğunu
savunur. Dekonstrüksiyon işte burada devreye girerek kelimenin sabitlenen
anlamı dışındaki anlamlarını açığa çıkartır ve böylece hakikat sıkıştırılmış mevcudiyetinden
kurtarılır. Ayrıca Derrida, "differance" kelimesiyle metafizik
düşünmenin varlığı logos merkezli ve zamanın dışına taşıyarak mevcudiyet
formuna indirgenmesini aşmaya çalışır. Differance ile Derrida, varlığın
sabitlenmiş halini bozar ve varlığı zamana açar.
Derrida düşüncesinin konu edileceği bu
çalışmanın amacı, metafizik düşünceyle hakikatin evrensel formülasyonu
sonucunda Derrida'nın söyleyişiyle "dünyanın Latinleşmesi" ortaya
koyulacaktır. Bu çalımanın önemi, Heidegger’in asli bir düşünme çabası olarak
ortaya koyduğu düşünme yolunda olan Derrida ile bugünün nasıl oluştuğuna dair
bir iz sürme çabası olmasından kaynaklanır. Felsefenin dünyayı istila etmesi ve
etnosantrizm olarak tüm insanlığı kuşatması Heidegger ve Derrida
karşılaştırmasıyla açıklanmaya çalışılacaktır.
Anahtar
Kelimler: Metafizik, Derrida,
dekonsrüksiyon, Heidegger, logos, öz
Giriş
Derrida
metinleriyle irtibat kurulduğunda hemen, ilk olarak fark edilecek olan,
alışılmışın dışında, sistemsiz, kurgusuz ve saldırgan bir düşüncenin olmasıdır.
Derrida sitemsizdir çünkü bütün felsefe geleneğine saldırısının sebeplerinden
biridir sitem. Düşünürün metinleri felsefi bir okur için çok dağınıktır. Bu
sebeple düşünürün metinlerine sabır gösterilmez. Derrida dağınıktık çünkü o
dağıtmayı olumlamaktadır. Felsefenin sistemli bir düşünme biçimi olmasıyla
varlığı bir mevcudiyet forumuna indirgediği söyler. İşte bu sebeple düşünür,
felsefenin sistemleştirdiği varlığı, hakikati, doğruyu dağıtarak özgürleştirme
çabasındadır.
Derrida,
felsefenin varlığı mevcudiyet formu içerisinde logos merkezli olarak
belirlediğini söyler. Bütün felsefe veya metafizik tarihini logosantrizm (logos
merkezli) bir düşünme olarak açıklar. Derrida’nın felsefe okuması Platon’la
başlar ve Platon ile logos felsefi düşünmenin temeline oturduğunu iddia eder.
Daha sonra logos’u sistemleştiren kişi Aristotales’tir. Greklerin bu şekilde
temellerini attığı düşünme biçimi bütün dünyaya etnosantrizm olarak sirayet
etmiştir. Felsefenin bu sirayeti Derrida’da engellenemez ya da iradi bir
şekilde önüne geçilemez bir süreçtir. Felsefe devrinin kapanmaya başladığını
ancak bitmediği ifade eder Derrida. Tam da bu noktada Derrida’nın Heideggerci
yanı açığa çıkmaktadır: Zamanı yazgı olarak düşünmesiyle.
Bütün
metafizik veya felsefe geleneği boyunca, varlığa dair düşünümü rasyonalist bir
epistomoji ekseninde benimsenen yaklaşımlar belirlemiştir. Metafizik geleneğin
bu düşünme biçimi varlık’ı her daim kendisiyle aynı kalan, oluş ve değişmeden,
dolayısıyla da tarihsel ve zamansal olandan etkilenmeden kalan olarak
tasarımlamıştır. Metafiziğin varlık’ı tarihsel olan ve zamansal olanın dışında
varsayması varlık’ı değişmeyen, evrensel bir şey haline getirmiştir.
Derrida’nın
gösterenler arasındaki sistematik oyunu, metafiziksel bir düşünme tarzı
ekseninde, mevcudiyet formuna indirgenmesine yöneltilen eleştirilerin
merkezinde varlık ve zaman kavrayışı bulunmaktadır (Küçükalp, 2008, s.256). Metafizik
düşünmede zaman, hareketin sayısı olarak nitelendirilerek Varlık ve hakikatin
deneyimlenmesi açısından, ister geçmiş, ister an, isterse gelecek söz konusu
olsun, bir şimdiki zaman anlamında homojen bir ortama büründürülecek, varlık ve
hakikatin zamansallığı düşüncesine imkân vermeyecek bir konuma taşınmıştır. Varlık’ın
zamanın dışına itilmesinin sebebi olarak metafizik düşüncenin hep bir mutlak
ilke, bir başlangıç noktası, her şeyin kontrol edildiği bir merkezin olması
gerektiğindendir. Derrida metafizik sözcüğünü
genellikle "burada olan varlığın", "bulunuş olarak ya da mevcut
olarak varlık" anlamdaşı olarak kullanır. Metafizik diye adlandırdığımız
her düşünce dizgesinin bir dayanağa, bir temele ya da bir ilk ilkeye
dayandığını ifade eder Derrida. İlk ilkeler çoğunlukla bu ilkelerin
dışladıklarıyla, diğer kavramlara yönelik bir "karşıtlık" yoluyla
tanımlanırlar.
Bu
çalışma, temelde Derrida düşüncesi etrafında felsefeye yönelik bir eleştiri
niteliğindedir. Derrida, düşüncesini yola koyduğu yerden hareket edilerek
felsefenin dekontrüksiyonu yapılmaya çalışılmıştır. Ayrıca Derrida’nın çokça
faydalandığı Heidegger’e de sıkça atıflar yapılmış ve Derrida’nın düşüncesini
başlattığı kaynaklar az da olsa ortaya koyulmuştur.
Metafizik
Martin
Heidegger, “Felsefe, Grek’in düşünüş biçimidir” der ve felsefenin ne olduğunu
anlamak için Grekçe işitiyor olmak gerektiğini de ekler. Heidegger’in bu
açıklaması felsefeyi anlamak ya da felsefe yapmak isteyenlerin kendi
varoluşlarından çıkarak Grek varoluşuna dücar olmalarına da neden olur. Yani
İslam felsefesi, Hint felsefesi gibi tamlamalar çelişkidir. İslam felsefesi
denildiğinde aslında özü Grek olan bir düşünüşten bahsedilmektedir. Bu açıdan
felsefeye eklemlenen İslam bu düşünme biçiminde düşünmeye yol aldırmıyor.
Burada yapılan İslam’ın felsefeye eklemlenmesi suretiyle İslam’ın
tasarımlanmasıdır. Şimdi tekrar etmekte fayda var Heidegger’in sözünü,
“Felsefe, Grek’in düşünüş biçimidir.”.
Peki,
felsefeyi anlayabilmek için hangi yol üzerinde olmamız gerekir? Bu yol
felsefenin Grekçesi olan “filosofia” kelimesinin ne söylediğini işite
gelmektir. “filosofos” yani bilge kelimesi tarihsel olarak “filosofia”dan yani
felsefeden önce Herakliatos tarafından kullanılmıştır. Burada aslında felsefenin
bilgeden önce kullanılması beklenirdi. Peki “filosofos” nedir? “Filosofos”
sophon’u sevendir. “sofon” Grekçe’de sevmek, peşinden gitmek anlamlarına
gelmektedir. Bu açıdan bilgiyi seven bilgi tarafından çağırılarak, bilginin
çağrısı peşine giden demektir. Sokrates sonrasında “Filosofos”un “filosofia”ya dönüşmesi
ya da Sokrat öncesi düşünürlerin varlık’ın ışığında ortaya çıkan varolana
hayret (pathos) etmeleri, Sokrat’la birlikte varolanda varlık’ın
tasarımlanmasına yol açmıştır.
Sofon’un Herakliatos
için taşıdığı anlamı aktarmak güçtür. Ama bu sözcüğü Herakliatos’un kendi,
yorumuna göre açıklayabiliriz. Buna göre to sofon şu demektir: “Hen panta;
teklik her şeydir. Her şey burada şu anlama gelir: Panta ta onta, bütünlük,
varolanların hepsi. Hen, tek, bir, biricik, her şeyi birleştiren anlamına
gelir. Ama bütün varolanlar varlıkta birleşmiştir. Sofon şöyle der: Bütün
varolanlar varlıktadır. Daha kesin söylendiğinde varlık varolandır. Burada –dır
geçişlidir; hemen hemen “toplanmıştır” demektir. Varlık varolanı varolmakla
toplar. Varlık toplamadır. (heidegger, 1990, s. 22)
Heidegger’den
alıntıladığımız bu pasaj Sokrat öncesi düşünmenin farklı bir boyutuna işaret
etmektedir. Sokratla birlikte Grekler, varlıkta varolanın görünmesini sofist
saldırılarından korumak için bir çaba içerisine girmelerine neden oldu.
Greklerin bu çabalaması varolanda varlığın görünmesi şekline başka bir deyişle
“filosofon”un “filosofia”ya dönüşmesine neden oldu. Dönüşümün bu şekilde
gerçekleşmesiyle birlikte varlık varolan olarak tasarımlanmaya başlamıştır. Bu
tasarım varlık’ı Platon’da “idea”, Aristotales’te “energia”, Descartes’te
“özne” ve diğer filozoflarda başka bir adla tasarımlanmıştır. Greklerin bu
düşünüş biçimini Heidegger’de metafizik olarak işitmekteyizdir. Metafizik de
varlık’ı varolan olarak tasarımlamaktadır.
Heidegger’de
gördüğümüz felsefe eleştirisini Derrida’nın da devam ettirdiğini
görmekteyizdir. Metne Heidegger ile başlamamızın sebebi, felsefe karşıtı
düşünmenin (karşıt burada yeni bir alternatif düşünme biçiminin üretimine atıf
yapmamaktadır.) düşünürlerinden biri olan Derrida’nın düşüncesinin aldığı yolu
göstermek sebebiyledir. Bu anlamıyla Derrida, Heidegger olmasaydı hiçbir şey
yazamayacağını söylemektedir.
Heidegger,
metafizik üzerine düşünürken temelde sorunsallaştırdığı şey varlık sorusudur.
O, metafizik tarihi boyunca varlık sorusunun nasıl sorulduğunu, varlık’ın nasıl
anlaşıldığını ortaya çıkartmaya çalışmıştır. İşte bu sebeple Heidegger
Greklerin varlık sorusunu nasıl sorduğu incelemiş ve sorunun metafizik tarihi
boyunca yaşadığı dönüşümün (dönüşüm Greklerin varlık sorusuna verdikleri
cevabın yanlışlığı ya da hatalılığı metafizik tarihi içerisinde görülüp doğru
şekilde sorulması ve cevaplanmasına işaret etmemektedir.) izini sürer.
Heidegger düşüncesini devam ettiren Derrida, Heidegger’den farklı olarak varlık
sorusu üzerine çok fazla durmaz. Çünkü Heidegger’in bu sorunu çok iyi
açıkladığını düşünür. Derrida’nın sorunsallaştırdığı şey “… nedir?” şeklindeki
soruş biçimidir.
Derrida'nın en özlü
ifadesiyle yapısöküm, "Nedir?" sorusunu sorgulamaktır. Nedir ne
demektir? Nedir sorusu metafiziğe götürür; çünkü bu soru budur, ya da şudur,
gibi yanıtları dolayan mutlak ve durgun bir Varlık'ı varsaymakta ve bunu
betimlemeyi de hedeflemektedir. Oysa Nedir ne demektir, formülünde sorgulanan
şey, varlık gibi mutlak bir biçimde sunulan şeyin arkasında ne bulunduğu;
varolanların (sözcüklerin, kavramların, yapıların, kurumların) anlamlarını
differance'ı yani farklılaşmaları ve ertelemeri (tarihselleşmeleri)dir(Timur,
2005, s.187).
Alıntılanan
pasajda görüldüğü gibi Derrida “... nedir?” tarzında sorunun metafiziğe
götüreceğini söylemektedir. Çünkü bu soruya verilecek her cevap “... şudur”
şeklinde olacağı için varlığın özünü kapsayan bir tasarımlamayı içermektedir.
Bu tasarım metafizik içerisinde bütün varolanları tek bir şeyle birleştirmekte,
toplamaktadır. Soruyu böyle sorduğumuzda varlık’a bir değer biçmiş
olmaktayızdır. Derrida bu noktada Heidegger düşüncesini devam ettirerek
felsefenin ya da metafiziğin dekontrüksiyonunu
yapacağını söyler. Dekontrüksiyona
başlamadan önce Derrida’nın felsefenin logos merkezli oluşu üzerine duralım.
Logosantrizm
Derrida
felsefeyi veya metafiziği logosantrik
olarak nitelendirir. Logosantrizmin felsefeye sirayeti felsefi düşünmenin bir
döneminden itibaren ortaya çıkmış değil, felsefe varlığını
logosantrizme borçludur. Metafiziğin logos (söz) merkezli oluşu
ne anlama gelmektedir? Yunanca'da mantık olan logos'un (sözün) bir çok anlamı
vardır. Bunlardan bazıları:
a)
Birinci anlamı "demek" fiilinden geliyor. Yunanca legein olan demek
fiilinden türetilmiş bir isimdir logos.
b)
Legein'in bir diğer anlamı da demek, toparlamak, bir araya getirmektir.
c)
Logos'un bir başka anlamı da dökümünü yapma, ayrıntılarını çıkarmadır. (Başer,
2012, s.387).
Logos'un
söz anlamının yanında yukarıda alıntılandığı gibi birçok anlamı mevcuttur.
Derrida kelimenin bu anlamlarını alarak metafiziği logos merkezli olarak
nitelendirir. Metafiziğin logos (söz) merkezli oluşu, yazıyı ikincil plana
atmasına sebep olmuştur. Yazı, sözün yanında sürekli ikincil olarak, söze bir
ek olarak daha Derridacı söylersek gösterenin göstereni olarak aşağılanmıştır.
Derrida
metafiziğin sözü yüceltip yazıyı aşağılamasına logos merkezli (logosantrizm)
olarak nitelemiştir. Derrida ayrıca bu dönemi Rousseau dönemi diye
adlandırmaktadır. Derrida'nın metafizik logos merkezlidir söylemi, metafizik
düşünmenin dünyayı nasıl yorumladığını açığa çıkartır. Burada açığa çıkartma
yerine daha doğru bir ifade olarak "dekonstrüksiyon" kelimesini
kullanmalıyız.
Felsefede
logos, “canlı ve yaşayan bir varlıktır, öyleyse dünyaya getirilmiş bir
organizmadır. Bir organizma: merkezi, uçları, eklemleri, başı ve ayakları olan
farklılaşmış yaşayan bir beden.” olarak açıklanır (Derrida,
2012, s.30). Logos, canlı ve yaşayan bir varlıksa ona can
veren, onu dünyaya getiren üst bir varlığın olduğunu da sezeriz. Bir canlı
olarak logos’u var eden onu konuşan öznedir. Derrida’da konuşan özneyi logos’un
babası olarak nitelendirir. Bu haliyle logos, konuşan öznenin oğlu
konumundadır: “Öyleyse logos bir oğuldur, babasının mevcudiyeti ve babasının
mevcut yardımı olmadan, oğul kendi kendisini yok edecektir (a.g.e. 27). Logos varlığını
konuşan özne olan babasına borçlu olmakla birlikte aynı zamanda mevcudiyetini,
sınırlarını da babasına borçludur.
Phone'nin özü
düşüncede logos gibi anlamla ilgili olan, onu üreten, karşılayan, söyleyen,
toparlayan şeye dolaysızca yakın olmalıdır. Örneğin Aristotales'e bakılırsa,
insan hançeresinden çıkan sesler ruh hallerinin, yazılı sözcüklerse sesin
söylediği kelimelerin simgeleridir. Bunun nedeni birincil simgelerin üreticisi
olan sesin ruhla asal ve dolaysız bir ilişkisi olmasıdır. Ses birincil
imleyenin üreticisi olarak, diğerleri arasında sıradan bir imleyen değildir.
Ruhun halini imler; o da doğal benzerlikler yoluyla şeyleri yansıtır. Buna göre
varlıkla ruh, şeylerle duygulanımlar arasında doğal bir çeviri veya imleme
ilişkisi, ruhla logos arasındaysa uzlaşımsal bir simgeleme ilişkisi vardır. Ve
doğrudan doğruya doğal ve evrensel imleme düzeyine ait olan birinci uzlaşım da
sözel (konuşulan) dil olarak üretilir. ( Derrida, 2010,s. 20)
Ruhun
duygulanımları şeyleri doğal olarak ifade ettiğine göre konuşma,
dolayımsızlığa, hakikatle temas kurma imkânını sağlar. Konuşma ruhun halini
göstererek hakikatle temas kurma imkânını açtığında bir kesinlik biçiminin imkânı
da ortaya çıkar. Konuşma, konuşanın ruhuyla dolaysız bir ilişkide olmasıyla,
konuşanın aktardıkları kendi varlığından kaynaklandığı için hiçbir şüpheye
mahal bırakmaz. Bunun en güzel örneğini Descartes felsefesinde görmekteyizdir.
Düşünüyor olmakla şüphe edilemez öznenin varlığını görmekteyizdir Descartes’te.
Derrida bu durumu Roussuau devri olarak nitelendirir. Çünkü Derrida’ya göre
Descartes’deki düşünme Rousseau’da, kendi üzerine düşünmek şeklini almıştır ve
sübjektivizmin hâkimiyeti başlamıştır.
Logos
merkezli metafizikte düşünen öznenin kesinliği nihayetinde, öznenin
konuşmasıyla açığa çıkanların da hakikatle dolaysız temasından doğan kesinliği
açığa çıkartmaktadır. Derrida’nın “logos
baba değildir ama logos'un kaynağı, babasıdır” açıklamasıyla öznenin ya da
logos’un babasının bir mevcudiyet olarak varlığı belirlediğini görmekteyizdir. (Derrida,
2012, s.27). Burada logos (söz) sıradan bir gösteren
olmaktan çıkarak, hakikatle dolaysız bir ilişkiye geçen gösteren konumuna
gelmektedir. Derrida düşüncesi üzerinden felsefeye böyle baktığımızda öznenin
varlığa nasıl değer biçtiğini açık bir şekilde görmekteyizdir. Derrida “....
nedir?” şeklinde sorulan her soru özünde metafiziktir derken öznenin ruhsal
durumunun bir göstereni olarak (ancak sıradan bir gösteren olarak değil) logos’un (söz) olarak mevcudiyeti açığa çıkar.
Logos’un demek, toparlamak, bir araya getirmek şeklindeki anlamlarını da göz
önüne aldığımızda varlık bir toparlama olarak mevcudiyet şeklinde felsefede
yerini alır.
Demek ki daha
burada fonosantrizmin, genel planda mevcudiyet (presence) olarak varlığın
anlamına bağlı olan ve onda sistemlerini ve tarihlik zincirlerini organize eden
tüm alt belirlenimlerle ( şeyin eidos olarak göze mevcudiyeti,şimdinin ve anın
sivri ucu olarak zamansal mevcudiyeti, cogito’nun kendine mevcudiyeti, bilinç,
öznellik, ötekiyle kendinin birlikte mevcudiyeti, ego’nun yönelişsel fenomeni
olarak “öznelerarasılık” vb.) birlikte, bu genel formun tarihlik belirlenimiyle
karıştığı hissedilmektedir. Demek ki
logosantrizm varolan'ın varlığının mevcudiyet olarak belirlenimiyle dayanışmalı
olsa gerektir. (Derrida, 2010, s.22)
Metafiziğin
logos merkezli olmasıyla yazı ikincil bir konuma itilmiştir. Yazı, tuhaf bir
ikincilik türüne (elimizde ikincilik türünden başka bir şey olmadığını kabul
eden bir türdür bu) karşılık gelir. Batı geleneği der Derrida, yazıya tepeden
bakmıştır; "Yazı kavranabilir kayıt, Batı geleneği tarafından her zaman
tine, nefese konuşmaya ve logos'a dışsal olan beden ve madde olarak
görülmüştür." (Megill, 2012,s.419).
Derrida'nın eleştirisi dolaysız bir kesinlik alanı bulunabileceği ve
filozofların bulduğu iddiasınadır. Şimdiye dek bulunduğu varsayımından ötürü
konuşmaya yazı önünde hep bir öncelik tanınmıştır. Derrida buna “sesmerkezcilik”
der. Konuşma yazıya göre daha üstün bir konumda düşünülmüştür, çünkü konuşma
kesinlik olanağına yazıdan çok daha yakındır. Çünkü konuşma belli bir
dolayımsızlık bildirir. Anlam görünüşte konuşmaya içkindir, dahası bilincin iç
sesiyle konuştuğumuzda kendimizle konuştuğumuzu duyumsamakla kalmaz, konuşurken
konuşmanın anlamını yakaladığımızı da duyumsarız. (Sarup,
2010, s.58).
Derrida,
Heidegger’i logos’tan kopamamakla yani metafizikten sıyrılamamakla suçlar.
Çünkü Heidegger logos’a önem vermektedir. Ancak Derrida’nın burada kaçırdığı ya
da görmezlikten geldiği Heidegger’in logos’u metafizikte olduğu gibi
algılamamasıdır. “Logos hep akıl, yargı, kavram, tanım, sebep, ilinti olarak
çevrilmektedir” der Heidegger (Heidegger, 2008 s.33). Derrida, Heidegger’in
işaret etmiş olduğu Greklerin “logos”u bir zevahir olarak algılamaları
üzerinden felsefeyi değerlendirir. Ancak Heidegger “logos”un karşısına Derrida
gibi yazıyı çıkartmaz; Heidegger “logos”u tekrar asli anlamına kavuşturmaya
çalışır.
Logos’un bir işlevi bir şeyi yalın
olarak görünür kılmak (yani varolanın müşahade ettirilmesi) olduğundan o, aynı
zamanda o akıl anlamına da gelebilmektedir. Yani logos sadece legein anlamında
değil, aynı zamanda legomenon (yani görünür kılanın bizatihi kendisi) anlamında
da kullanıldığından ve bu da hupokeimenon’dan başka bir şey demek olmadığından,
öte yandan hupokeimenon ise her türlü söz yöneltme ve üzerinde konuşmanın zaten
hep mevcut olan zemini demek olduğundan, legomenon olarak logos; zemin, ratio
anlamına gelmektedir. Nihayet legomenon olarak logos, bir şey olarak söz
yöneltileni bir şeyle olan ilişkisi içinde (yani ilişkilenmişlik) görünür kılma
anlamına da geldiğinden logos, ilişki ve bağıntı anlamı da kazanır (Heidegger,
2008 s.35).
Metafizik
ruhu hakikatle doğal bir ilişki olarak, logos’u da, ruhla asal ve dolaysız bir
ilişki olarak görür. Dolayısıyla ruhla dolaysız ilişkide olan logos, hakikatin
sıradan olmayan bir göstereni durumundadır. Yazı ise logos’la uzlaşımsal bir
ilişki içindedir. Heidegger bu noktada metafizikten ayrılır. Heidegger dili ya
da Derrida’nın kelimeleriyle söylersek sesli dili modern dilbilim ve dil
felsefesinin genelinde olduğu gibi uzlaşımsal bir şey olarak görmemektedir.
Ayrıca Heidegger özne felsefesine şiddetle karşı çıkmaktadır. Heidegger’in özne
felsefesine karşı çıkması ve dili uzlaşımsal bir şey olarak görmemesi onu
metafizikten ayırır. Heidegger metinleriyle irtibata geçildiğinde ilk dikkat
edilen, düşünürün kelimenin etimolojisini sonuna kadar açıyor olmasıdır. Bu
noktada Heidegger, insan konuşmaz, konuşan dildir diyerek metafizikten keskin
bir şekilde ayrılır.
Ancak
Derrida bu farkı nasıl olduysa gözden kaçırır. Derrida’nın Heidegger’i
suçladığı bir diğer konu da Heidegger’in bir orijin, bir hakikat arayışında
olmasıdır. Heidegger’in bahsettiği hakikat metafizik düşünmedeki hakikat
anlayışından farklıdır. Metafizik düşünmede hakikat aranıp bulunan, bir özne
tarafından aranıp bulunan ve sabitlenen bir şeydir. Ancak Heidegger, özne-nesne
ayrımına karşı çıkarak hakikatin kendini izhar edeceğini söylemektedir. Bu
açıdan insan etkin bir konumda hakikati bulmaz Heidegger düşüncesinde, ancak
hakikat kendisini açığa çıkartır eder.
Derrida
felsefeyi logos merkezli olarak nitelerken, bu durumun felsefi düşünmenin bir
evresinde ortaya çıkmadığını felsefenin en başından beri logos merkezli
olduğunu söylemektedir.
Sokrates, yazı canlı konuşmanın bir imgesinden
ibarettir ve konuşma ondan çok daha tercihe şayandır der. İşitsel töz yoluyla
kendini konuşurken duyma(anlama) sistemi -ki bu sistem kendini dışsal olmayan,
dünyevi olmayan, dolayısıyla ampirik olmayan ya da olumsal olmayan gösteren
olarak sunar- bütün bir çağ boyunca dünyanın tarihine zorunlu olarak
hükmetmiştir. Konuşma mevcudiyettir, yazı ise mevcudiyetin inkarı. Ses dolaysız
bir biçimde dünyaya çıkar ve söylendikten hemen sonra ortadan kalkarken; yazı
bir ara biçimdir, kendini kökeninden ayırır ve bu köken ortadan kaybolduğunda
bile kendini korur. Derrida'nın sözleriyle, yazı bir dolayım ve logos'un
kendisinden ayrılmasıdır. Yazı anlamın ruhla birlikte logos içindeki doğal,
asli ve dolayımsız mevcudiyetinin taklididir.. (Megill,
2012,ss. 420,421).
Yazı,
logos’un (sözün) bir göstereni, eki olmasıyla birlikte felsefe tarafından
aşağılanır ve ikincil plana atılır. Yazının bu şekilde nitelenmesiyle felsefe
logos’la dolayımsız, kesin bir hakikat anlayışına gider.
Konuşma
konuşanın ruhsal durumuyla dolayımsız bir ilişkide olduğundan anlamın
sınırlarını da konuşan belirler. Oysa yazı böyle değildir. İşte burada Derrida
felsefenin canlı olduğu iddiasıyla karşılaşırız. Konuşma ya da logos babasına
ihtiyaç duyduğundan, babası olmadan varlığını kaybettiğinden dolayı her açığa
çıktığında canlıdır ve konuşmanın sona ermesiyle birlikte varlığını da
kaybeder. Oysa yazı, bir babaya ya da özneye ihtiyaç duymamaktadır. Metni
okuyan bir mevcudiyetle karşı karşıya değildir.
Logos’u,
bir toparlama, düzenleme, sınırlama olarak ele aldığımızda kelimenin bir anlamı
baskın konuma gelir. Böylece anlam sınırlandırılır. Saussure, göstergeyi ikiye
ayırır: gösteren ve gösterilen; gösteren ve gösterilenin bir yaprağın iki yüzüdür
(Saussure,
2001, s.35). Gösteren ve gösterilen arasında bir ayrım söz
konusudur ancak bu ayrım çok keskin değildir. Saussure gösteren ve gösterilen
ilişkisinin keyfi olduğunu söyler. Ancak buradaki anlamın sonsuzluğunu fark
ederek gösteren ve gösterilenin bir yaprağın iki yüzü olduğunu söyler ve
göstergenin iki yüzü arasındaki farkı keskinleştirmez. İşte Derrida Saussure’nin
bu düşüncesinin logos merkezli olduğunu söyler. Çünkü anlam sabitlenmiş,
sınırlandırılmıştır.
Demek
ki, Batı geleneğinin, içinde düzenlenmiş ve hala da yaşamakta olabileceği güven
verici apaçıklık şu olmalıdır. imlenen düzeyi hiçbir zaman imleyen düzeyinin
çağdaşı değildir; en fazla, ince bir farkla -bir soluk kadar arayla da olsa-
öncesinde yer alan bir astarı ya da paralelidir. İm de bir çeşitliliğin birliği
olmalıdır, zira imlenen ( anlam veya şey, noema veya gerçeklik) kendiliğinde
bir imleyen, bir şeyin izi (trace) değildir; her halükarda, anlamı içinde,
olası bir izle arasındaki ilişkiyle kurulmuş değildir. İmlenenin formel özü
mevcudiyettir (Derrida,2010,s.30).
Derrida
yukarıda alıntılanan pasajında gösterenin konuşma (aynı zamanda duyma),
gösterilenin de şeyin kendisi değil kavramların olduğunu söyler. Gösteren,
gösterilene atıfta bulunurken bir mevcudiyet içerisinde ilişkide bulunur.
Derrida yazının bir iz (trace) olduğunu söyler. Anlamın da bu izleri takip
etmekle ortaya çıkacağını söyler. Basit bir örnek olarak biz sözlükten bir
kelimenin anlamına baktığımızda başka bir kelimeye gideriz. İşte gösterenin
başka bir gösterilene gitmesidir iz. Anlam da bu izlerin takibiyle ortaya
çıkmaktadır. Derrida metafiziği logos merkezli olmakla nitelerken, göstergeyi
izlerin çeşitliğini bir birlik içinde ortaya koymasını vurgulamaktadır. Bu
izlerin takibi konuşmayla gerçekleşemez. Ancak yazıda izi takip edebiliriz.
Dekontrüksiyon
Derrida
metafiziği bu şekilde logos merkezli olmakla suçlar. Daha sonra metafiziği dekontrüksiyona uğratır. Dekontrüksiyon, yapısöküm olarak Türkçe’ye
çevrilir. Derrida felsefenin ne olduğunu açıklayan ve felsefenin sınırlarını
belirlemeye çalışan bir düşünürdür. Yapı felsefenin sınırlarını belirlerken
sökme de felsefenin neliğini bize gösterir. Sökümün Türkçe kullanımına
baktığımızda “bu dersi söktüm, şu dili söktüm” şeklinde anlama, kavrama olarak
kullanıldığını görmekteyiz. Dekontrüksiyon,
sadece felsefeyi ya da metafiziği yıkan, parçalayan bir şey değil ayrıca felsefenin
ne olduğunu ortaya koyan bir işlemdir. Bu noktada Derrida kumaş söküğünü örnek
verir. Kumaş sökülmeye başladığında söküm bitene kadar bu işlem sürer. Derrida
dekontrüksiyon ile bütün Batı metafiziğini başlangıcından sonuna kadar söküme
uğratır. Derrida’nın metinlerine bakıldığında düşünür metinlerini sürekli
başkaları üzerinden oluşturur. Derrida okurken Platon, Aristotales, Kant,
Hegel, Husserl, Heidegger, Levinas, Bergson ve diğer birçok filozofu okur gibi
olursunuz. İşte Derrida burada felsefeyi ya da metafiziği başlangıcından sonuna
kadar söküme uğratır. Hem parçalar hem de ne olduğunu açığa çıkartır.
Yapısökümü hareketleri, yapılara dışarıdan
müdahaleyle çalışmazlar. Ancak o yapıların içinde “ikamet etmek” suretiyle
mümkün ve etkili olabilir (Derrida,2010,s.39). Dekontrüksiyon, metni okuyan kişinin metne uyguladığı bir şey değil,
logos’un sınırladığı anlamların kendiliğinden açığa çıkmasıdır. Derrida metafiziği
karşıt anlamlarla kendini ikame eden ancak bu karşıtlığın üstünü örten bir
düşünme biçimi olarak nitelendirir. İşte dekontrüksiyon metafizik tarafından örtülen bu karşıtlıkların açığa
çıkartılmasıdır. Metafizik tarafından varlık sözcüğün bütün anlamları
tarafından mevcudiyet olarak belirlenmiştir ve dekontrüksiyon bu belirlenmişliği kaosa sürükleyen bir işlemdir.
Derrida
metafizik sözcüğünü genellikle "burada olan varlığın", "bulunuş
olarak varlık"ı serbest bırakan bir şeydir. Metafizik diye adlandırdığımız
her düşünce dizgesinin bir dayanağa, bir temele ya da bir ilk ilkeye
dayandığını ifade eder Derrida. İlk ilkeler çoğunlukla bu ilkelerin
dışladıklarıyla, diğer kavramlara yönelik bir "karşıtlık" yoluyla
tanımlanırlar (Sarup,2010,s.420). Burada
varlığı metafizik mevcudiyet olarak bir ilkeye bağladığı ve bu ilkelerin
dışladıklarıyla bir karşıtlık olarak tanımlandığını görürüz. Felsefede varlığın
ve hakikatin bir ilkeye bağlanması ve karşıtlıklar ile asli olanın tanımlanması
sonucunda sabit, soyut, evrensel, zamanın ve dünyanın dışında bir hakikat
anlayışı kendini gösterir. İşte bu sebeplerle Derrida bütün felsefe geleneğini
dekontrüksiyona uğratacağını ve böylece sabitlenmiş anlamı dağıtacağını söyler.
Derrida’nın burada saldırdığı aslında akıldır. Çünkü
rasyonel akıl kavramlar üretir ve bu kavramlar karşıtları tarafından tanımlanır
ancak karşıtlığın üzeri örtülür. Kavramlar da yukarıda açıkladığımız gibi
evrensel bir dildir. Yani metafiziğin mevcudiyet olarak belirlediği varlığın
özünün evrenselleşmesidir. İşte Derrida burada evrensel bir akıl, hakikat
iddiasına karşı çıkmaktadır.
Differance
Difference
sözcüğü Fransızca fark başkalık anlamına gelir ve differer fiilinden
üretilmiştir. Differer fiili ise, farklı kılmak ve ertelemek gibi iki değişik
anlamda kullanılmaktadır. Oysa difference sözcüğü bunlardan birini (farklı
olmayı) ifade etmektedir. İşte Derrida bu sözcükte tek bir harfi değiştirerek,
sondaki "e" harfini "a" yaparak ve sözcüğü de hem
"farklı kılma" hem de erteleme anlamına gelen "differance
şekline sokarak amacına ulaştığı kanısındadır. (felsefi
izlenimler, 2005 s. 154). Derrida differance ile metni bir
karışıklık içerisine sokar. Karışıklık Derrida’da olumlu bir anlama sahiptir.
Karışıklık akli melekelerimizin ne olup bittiğini anlamaya yeterli olmadığını
fark ettiğimiz zaman ortaya çıkar (Almond,2012,s,56).
Derrida metni karıştırmaktan uzak bir şekilde metnin nasıl kendi içinde
karıştığını basitçe göstermektedir. Bu anlamıyla yapısöküm harekete geçiren değil
açığa vurucu bir işlemdir.
Derrida düşüncesinin “merkezi” sözcüğü
dekonsrüksiyondur. Ancak az önce söylediğim gibi dekonsrüksiyon Derrida’nın
diğer sözcükleriyle ilişkide olduğunda anlam kazanır. Dekonsrüksiyonun ilişkide
olduğu en önemli sözcüklerden biri de “differance”dir. Derrida’nın differance
sözcüğü Heidegger’in Varlık ve varolan ayrımının daha radikal bir
perspektifidir. Derrida'nın düşüncesinde
differance'nin yeri, onun yazının kontrol edilemez, anlaşılmaz ve daima metni
yerinden oynatabilecek, yerinde pek durmayan kuvvet yapabildiği ölçüde önemli
olmaktadır.
Derrida'nın
en özlü ifadesiyle yapısöküm, "Nedir?" sorusunu sorgulamaktır. Nedir
ne demektir? Nedir sorusu metafiziğe götürür; çünkü bu soru “budur”, ya da “şudur”,
gibi yanıtları dolayan mutlak ve durgun bir Varlık'ı varsaymakta ve bunu
betimlemeyi de hedeflemektedir. Oysa Nedir ne demektir, formülünde sorgulanan
şey, varlık gibi mutlak bir biçimde sunulan şeyin arkasında ne bulunduğu;
varolanların (sözcüklerin, kavramların, yapıların, kurumların) anlamlarını
differance'ı yani farklılaşmaları ve ertelemeri (tarihselleşmeleri)dir.
Differance
farklılaştırırken aynı zamanda metafizik tarafından ya da Derrida’da mecudiyet
metafiziği olarak dillenen felsefi düşünmede varlık bir şimdiki zaman formuna
indirgenmiştir. İşte bu noktada differance varlık’ı zamana açar. Onu, ebedi
şimdiki zamandaki mevcut formundan, belirlenmişliğinden kurtararak serbest
bırakır.
Sonuç
Bütün
felsefe ya da metafizik düşünme boyunca varlığa değer biçilmiştir. Felsefeyi
kendi içerisinde dönemselleştiren Derrida ilk olarak Greklerin olduğunu söyler.
Grekler, varlık nedir sorusunu sormuş ve bu soruya logos merkezli yani
mevcudiyet formu üzeriden cevap vermiştir. Grekler ontolojik bir düşünme
gerçekleştirmiştir bu anlamıyla. Daha sonra ortaçağ gelir. Bu dönemde en
varolan nedir sorusu sorulmuştur. Heidegger buna onto-teoloji demiştir.
Ortaçağda tanrı bile bir varolan olarak ele alınmış ve tasarımlanmıştır. Son
olarak Rousseau devri gelir. Rousseau devrinde özne merkezli bir düşünme
gerçekleştirilmiştir. Felsefe tarihine bu şekilde bakıldığında Heidegger’in
Varlık ve Zaman kitabının ilk cümlesi “varlık, felsefe tarihi boyunca
unutulmuştur” dur. Derrida Heidegger’in felsefeye yönelik saldırılarını devam
ettiren ve radikalleştiren bir düşünürdür. Bu anlamıyla Derrida felsefenin ne
olduğunun anlaşılmasında önemli bir yerde durmaktadır.
Derrida
düşüncesiyle irtabat kurulduğunda birçok şeyi yerinden eden eleştiren bir
düşünürle karşılaşırsınız. Metafizik eleştirisinin temeline koyduğu metafiziğin
logos merkezli oluşunu kıyasına eleştirirken “yazı” merkezli bir tavır aldığı
görülür. Merkezi yazı olarak belirlemekle Derrida metafizik içerisine düşmüş
olmaz. Çünkü Derrida’nın metni ve yazısı hiçbir zaman anlamı sınırlayacak
özelliklere sahip değildir. Zaten düşünürün kendisi de her okuma yeni ve tekil
okumadır der. Son olarak Derrida’nın metafiziğin tahakkümünü anlattığı kısa bir
pasajıyla bitireyim:
Sesçil yazı,
metafiziği de aslında en özgül ve en güçlü etnosantrizmden başka bir şey
olmamıştır; şimdi de kendisini bütün dünyaya dayatmakta olup tek ve aynı düzen
içinde hakikatin tarihi ve hakikatin hakikiliğine hükmünü geçirmektedir.
Biz özellikle
düşünülmesini istiyoruz ki, girişim ne denli gerekli ve verimli olursa olsun,
hatta en olumlu varsayıma göre, şimdiye dek kendisini sınırlamış olan bütün
teknik ve epistemolojik engelleri, bütün teolojik ve metafizik köstekleri
aşabilse bile, böyle bir yazı bilimi bu haliyle ve bu ad altında asla gün yüzü
görmeme, tasarısını ve nesnesinin birliğini asla tanımlayamama, yönteminin
söylemini yazamama ve alanının sınırlarını belirleyememe riski altındadır.
Bunun esasa ilişkin iki nedeni vardır: bugün çok çeşitli bilim ve yazı
kavramları içinden hedef alınmaya izin veren her şeyin birliği, ilke olarak, az
çok gizlilikte ama her zaman, sadece kapanışını- sonunu demiyoruz- farketmeye
baladığımız bir tarihsel metafizik devir tarafından belirlenmektedir (Derrida,2010,s.12)
Kaynakça
Almond,
I. Ibn Arabi ve Derrida(çev.Kadir Filiz). Ayrıntı Yayınları, 2012: İstanbul
Başer,
N. Kant Sonrası Metafizik Üzerine Konuşmalar. Küre Yayınları, 2012: İstanbul
Derrida,
J. Platon’un Eczanesi(çev. Zeynep Direk). Pinhan Yayınları, 2012: İstanbul
Derrida,
J. Gramatoloji(çev.İsmet Birkan). Bilge Su yayınları, 2010: Ankara
Megill,
A. Aşırılığın Peygamberleri (çev. Tuncer Birkan). Say Yayınları, 2012: İstanbul
Heidegger,
M. Varlık ve Zaman (çev. Kaan Ökten). Agora Kitaplığı, 2008: İstanbul.
Heidegger,
M. Nedir Bu Felsefe Denilen (çev. İrrin Tunç). Logos Yayınları, 1990: İstanbul
Küçükalp,
K. Batı Metafiziğinin Dekonstrüksiyonu: Heidegger ve Derrida. Sentez
Yayıncılık, 2008: Bursa
Timur,
T. Felsefi İzlenimler. İmge Yayınları, 2005:İstanbul
Sarup,
M. Post-Yapısalcılık ve Postmodernizm(çec. Abdülbaki Güçlü). Kırk Gece
Yayınları,2010: İstanbul