20 Haziran 2014 Cuma

Logosantrik Metafiziğin Dekontrüksiyonu


Öz: Derrida, Batı felsefesine yönelik eleştirinin temelini Heidegger’den miras aldığı ve derinleştirdiği bir kavram olan "dekonstrüksiyon" üzerine ve ayrıca "differance" kavramı üzerine inşa eder. Dekonstrüksiyon, bir bütünlüğün parçalara ayrılması sonucunda oluşturulan bütünlüğün nasıl yapılandırıldığını anlamaya işaret eder. Batı felsefesini mevcudiyet metafiziği olarak eleştiren Derrida, varlığın zamanın etkisi dışına çıkartılarak tasarımlanması sonucunda değişmeyen, sabit bir evrensel hakikatin ortaya çıktığını söyler. Metafizik düşüncenin evrenselliği Derrida'ya göre, "logos-merkezli" oluşundan kaynaklanır. Logos varlıktaki düzene ve rasyonelliğe işaret ettiği düşünüldüğünde Derrida, hakikatin mevcudiyet formu içinde düşünülmesine zemin hazırlanmış olduğunu savunur. Dekonstrüksiyon işte burada devreye girerek kelimenin sabitlenen anlamı dışındaki anlamlarını açığa çıkartır ve böylece hakikat sıkıştırılmış mevcudiyetinden kurtarılır. Ayrıca Derrida, "differance" kelimesiyle metafizik düşünmenin varlığı logos merkezli ve zamanın dışına taşıyarak mevcudiyet formuna indirgenmesini aşmaya çalışır. Differance ile Derrida, varlığın sabitlenmiş halini bozar ve varlığı zamana açar.

Derrida düşüncesinin konu edileceği bu çalışmanın amacı, metafizik düşünceyle hakikatin evrensel formülasyonu sonucunda Derrida'nın söyleyişiyle "dünyanın Latinleşmesi" ortaya koyulacaktır. Bu çalımanın önemi, Heidegger’in asli bir düşünme çabası olarak ortaya koyduğu düşünme yolunda olan Derrida ile bugünün nasıl oluştuğuna dair bir iz sürme çabası olmasından kaynaklanır. Felsefenin dünyayı istila etmesi ve etnosantrizm olarak tüm insanlığı kuşatması Heidegger ve Derrida karşılaştırmasıyla açıklanmaya çalışılacaktır.

Anahtar Kelimler: Metafizik, Derrida, dekonsrüksiyon, Heidegger, logos, öz

Giriş

Derrida metinleriyle irtibat kurulduğunda hemen, ilk olarak fark edilecek olan, alışılmışın dışında, sistemsiz, kurgusuz ve saldırgan bir düşüncenin olmasıdır. Derrida sitemsizdir çünkü bütün felsefe geleneğine saldırısının sebeplerinden biridir sitem. Düşünürün metinleri felsefi bir okur için çok dağınıktır. Bu sebeple düşünürün metinlerine sabır gösterilmez. Derrida dağınıktık çünkü o dağıtmayı olumlamaktadır. Felsefenin sistemli bir düşünme biçimi olmasıyla varlığı bir mevcudiyet forumuna indirgediği söyler. İşte bu sebeple düşünür, felsefenin sistemleştirdiği varlığı, hakikati, doğruyu dağıtarak özgürleştirme çabasındadır.

Derrida, felsefenin varlığı mevcudiyet formu içerisinde logos merkezli olarak belirlediğini söyler. Bütün felsefe veya metafizik tarihini logosantrizm (logos merkezli) bir düşünme olarak açıklar. Derrida’nın felsefe okuması Platon’la başlar ve Platon ile logos felsefi düşünmenin temeline oturduğunu iddia eder. Daha sonra logos’u sistemleştiren kişi Aristotales’tir. Greklerin bu şekilde temellerini attığı düşünme biçimi bütün dünyaya etnosantrizm olarak sirayet etmiştir. Felsefenin bu sirayeti Derrida’da engellenemez ya da iradi bir şekilde önüne geçilemez bir süreçtir. Felsefe devrinin kapanmaya başladığını ancak bitmediği ifade eder Derrida. Tam da bu noktada Derrida’nın Heideggerci yanı açığa çıkmaktadır: Zamanı yazgı olarak düşünmesiyle.

Bütün metafizik veya felsefe geleneği boyunca, varlığa dair düşünümü rasyonalist bir epistomoji ekseninde benimsenen yaklaşımlar belirlemiştir. Metafizik geleneğin bu düşünme biçimi varlık’ı her daim kendisiyle aynı kalan, oluş ve değişmeden, dolayısıyla da tarihsel ve zamansal olandan etkilenmeden kalan olarak tasarımlamıştır. Metafiziğin varlık’ı tarihsel olan ve zamansal olanın dışında varsayması varlık’ı değişmeyen, evrensel bir şey haline getirmiştir.

Derrida’nın gösterenler arasındaki sistematik oyunu, metafiziksel bir düşünme tarzı ekseninde, mevcudiyet formuna indirgenmesine yöneltilen eleştirilerin merkezinde varlık ve zaman kavrayışı bulunmaktadır (Küçükalp, 2008, s.256). Metafizik düşünmede zaman, hareketin sayısı olarak nitelendirilerek Varlık ve hakikatin deneyimlenmesi açısından, ister geçmiş, ister an, isterse gelecek söz konusu olsun, bir şimdiki zaman anlamında homojen bir ortama büründürülecek, varlık ve hakikatin zamansallığı düşüncesine imkân vermeyecek bir konuma taşınmıştır. Varlık’ın zamanın dışına itilmesinin sebebi olarak metafizik düşüncenin hep bir mutlak ilke, bir başlangıç noktası, her şeyin kontrol edildiği bir merkezin olması gerektiğindendir. Derrida metafizik sözcüğünü genellikle "burada olan varlığın", "bulunuş olarak ya da mevcut olarak varlık" anlamdaşı olarak kullanır. Metafizik diye adlandırdığımız her düşünce dizgesinin bir dayanağa, bir temele ya da bir ilk ilkeye dayandığını ifade eder Derrida. İlk ilkeler çoğunlukla bu ilkelerin dışladıklarıyla, diğer kavramlara yönelik bir "karşıtlık" yoluyla tanımlanırlar.

Bu çalışma, temelde Derrida düşüncesi etrafında felsefeye yönelik bir eleştiri niteliğindedir. Derrida, düşüncesini yola koyduğu yerden hareket edilerek felsefenin dekontrüksiyonu yapılmaya çalışılmıştır. Ayrıca Derrida’nın çokça faydalandığı Heidegger’e de sıkça atıflar yapılmış ve Derrida’nın düşüncesini başlattığı kaynaklar az da olsa ortaya koyulmuştur.

Metafizik

Martin Heidegger, “Felsefe, Grek’in düşünüş biçimidir” der ve felsefenin ne olduğunu anlamak için Grekçe işitiyor olmak gerektiğini de ekler. Heidegger’in bu açıklaması felsefeyi anlamak ya da felsefe yapmak isteyenlerin kendi varoluşlarından çıkarak Grek varoluşuna dücar olmalarına da neden olur. Yani İslam felsefesi, Hint felsefesi gibi tamlamalar çelişkidir. İslam felsefesi denildiğinde aslında özü Grek olan bir düşünüşten bahsedilmektedir. Bu açıdan felsefeye eklemlenen İslam bu düşünme biçiminde düşünmeye yol aldırmıyor. Burada yapılan İslam’ın felsefeye eklemlenmesi suretiyle İslam’ın tasarımlanmasıdır. Şimdi tekrar etmekte fayda var Heidegger’in sözünü, “Felsefe, Grek’in düşünüş biçimidir.”.

Peki, felsefeyi anlayabilmek için hangi yol üzerinde olmamız gerekir? Bu yol felsefenin Grekçesi olan “filosofia” kelimesinin ne söylediğini işite gelmektir. “filosofos” yani bilge kelimesi tarihsel olarak “filosofia”dan yani felsefeden önce Herakliatos tarafından kullanılmıştır. Burada aslında felsefenin bilgeden önce kullanılması beklenirdi. Peki “filosofos” nedir? “Filosofos” sophon’u sevendir. “sofon” Grekçe’de sevmek, peşinden gitmek anlamlarına gelmektedir. Bu açıdan bilgiyi seven bilgi tarafından çağırılarak, bilginin çağrısı peşine giden demektir. Sokrates sonrasında “Filosofos”un “filosofia”ya dönüşmesi ya da Sokrat öncesi düşünürlerin varlık’ın ışığında ortaya çıkan varolana hayret (pathos) etmeleri, Sokrat’la birlikte varolanda varlık’ın tasarımlanmasına yol açmıştır.

Sofon’un Herakliatos için taşıdığı anlamı aktarmak güçtür. Ama bu sözcüğü Herakliatos’un kendi, yorumuna göre açıklayabiliriz. Buna göre to sofon şu demektir: “Hen panta; teklik her şeydir. Her şey burada şu anlama gelir: Panta ta onta, bütünlük, varolanların hepsi. Hen, tek, bir, biricik, her şeyi birleştiren anlamına gelir. Ama bütün varolanlar varlıkta birleşmiştir. Sofon şöyle der: Bütün varolanlar varlıktadır. Daha kesin söylendiğinde varlık varolandır. Burada –dır geçişlidir; hemen hemen “toplanmıştır” demektir. Varlık varolanı varolmakla toplar. Varlık toplamadır. (heidegger, 1990, s. 22)  
Heidegger’den alıntıladığımız bu pasaj Sokrat öncesi düşünmenin farklı bir boyutuna işaret etmektedir. Sokratla birlikte Grekler, varlıkta varolanın görünmesini sofist saldırılarından korumak için bir çaba içerisine girmelerine neden oldu. Greklerin bu çabalaması varolanda varlığın görünmesi şekline başka bir deyişle “filosofon”un “filosofia”ya dönüşmesine neden oldu. Dönüşümün bu şekilde gerçekleşmesiyle birlikte varlık varolan olarak tasarımlanmaya başlamıştır. Bu tasarım varlık’ı Platon’da “idea”, Aristotales’te “energia”, Descartes’te “özne” ve diğer filozoflarda başka bir adla tasarımlanmıştır. Greklerin bu düşünüş biçimini Heidegger’de metafizik olarak işitmekteyizdir. Metafizik de varlık’ı varolan olarak tasarımlamaktadır.

Heidegger’de gördüğümüz felsefe eleştirisini Derrida’nın da devam ettirdiğini görmekteyizdir. Metne Heidegger ile başlamamızın sebebi, felsefe karşıtı düşünmenin (karşıt burada yeni bir alternatif düşünme biçiminin üretimine atıf yapmamaktadır.) düşünürlerinden biri olan Derrida’nın düşüncesinin aldığı yolu göstermek sebebiyledir. Bu anlamıyla Derrida, Heidegger olmasaydı hiçbir şey yazamayacağını söylemektedir.

Heidegger, metafizik üzerine düşünürken temelde sorunsallaştırdığı şey varlık sorusudur. O, metafizik tarihi boyunca varlık sorusunun nasıl sorulduğunu, varlık’ın nasıl anlaşıldığını ortaya çıkartmaya çalışmıştır. İşte bu sebeple Heidegger Greklerin varlık sorusunu nasıl sorduğu incelemiş ve sorunun metafizik tarihi boyunca yaşadığı dönüşümün (dönüşüm Greklerin varlık sorusuna verdikleri cevabın yanlışlığı ya da hatalılığı metafizik tarihi içerisinde görülüp doğru şekilde sorulması ve cevaplanmasına işaret etmemektedir.) izini sürer. Heidegger düşüncesini devam ettiren Derrida, Heidegger’den farklı olarak varlık sorusu üzerine çok fazla durmaz. Çünkü Heidegger’in bu sorunu çok iyi açıkladığını düşünür. Derrida’nın sorunsallaştırdığı şey “… nedir?” şeklindeki soruş biçimidir.

Derrida'nın en özlü ifadesiyle yapısöküm, "Nedir?" sorusunu sorgulamaktır. Nedir ne demektir? Nedir sorusu metafiziğe götürür; çünkü bu soru budur, ya da şudur, gibi yanıtları dolayan mutlak ve durgun bir Varlık'ı varsaymakta ve bunu betimlemeyi de hedeflemektedir. Oysa Nedir ne demektir, formülünde sorgulanan şey, varlık gibi mutlak bir biçimde sunulan şeyin arkasında ne bulunduğu; varolanların (sözcüklerin, kavramların, yapıların, kurumların) anlamlarını differance'ı yani farklılaşmaları ve ertelemeri (tarihselleşmeleri)dir(Timur, 2005, s.187).
Alıntılanan pasajda görüldüğü gibi Derrida “... nedir?” tarzında sorunun metafiziğe götüreceğini söylemektedir. Çünkü bu soruya verilecek her cevap “... şudur” şeklinde olacağı için varlığın özünü kapsayan bir tasarımlamayı içermektedir. Bu tasarım metafizik içerisinde bütün varolanları tek bir şeyle birleştirmekte, toplamaktadır. Soruyu böyle sorduğumuzda varlık’a bir değer biçmiş olmaktayızdır. Derrida bu noktada Heidegger düşüncesini devam ettirerek felsefenin ya da metafiziğin dekontrüksiyonunu yapacağını söyler. Dekontrüksiyona başlamadan önce Derrida’nın felsefenin logos merkezli oluşu üzerine duralım.

Logosantrizm

Derrida felsefeyi veya metafiziği logosantrik olarak nitelendirir. Logosantrizmin felsefeye sirayeti felsefi düşünmenin bir döneminden itibaren ortaya çıkmış değil, felsefe varlığı logosantrizme borçludur. Metafiziğin logos (söz) merkezli oluşu ne anlama gelmektedir? Yunanca'da mantık olan logos'un (sözün) bir çok anlamı vardır. Bunlardan bazıları:

a) Birinci anlamı "demek" fiilinden geliyor. Yunanca legein olan demek fiilinden türetilmiş bir isimdir logos.
b) Legein'in bir diğer anlamı da demek, toparlamak, bir araya getirmektir.
c) Logos'un bir başka anlamı da dökümünü yapma, ayrıntılarını çıkarmadır. (Başer, 2012, s.387).

Logos'un söz anlamının yanında yukarıda alıntılandığı gibi birçok anlamı mevcuttur. Derrida kelimenin bu anlamlarını alarak metafiziği logos merkezli olarak nitelendirir. Metafiziğin logos (söz) merkezli oluşu, yazıyı ikincil plana atmasına sebep olmuştur. Yazı, sözün yanında sürekli ikincil olarak, söze bir ek olarak daha Derridacı söylersek gösterenin göstereni olarak aşağılanmıştır.

Derrida metafiziğin sözü yüceltip yazıyı aşağılamasına logos merkezli (logosantrizm) olarak nitelemiştir. Derrida ayrıca bu dönemi Rousseau dönemi diye adlandırmaktadır. Derrida'nın metafizik logos merkezlidir söylemi, metafizik düşünmenin dünyayı nasıl yorumladığını açığa çıkartır. Burada açığa çıkartma yerine daha doğru bir ifade olarak "dekonstrüksiyon" kelimesini kullanmalıyız.

Felsefede logos, “canlı ve yaşayan bir varlıktır, öyleyse dünyaya getirilmiş bir organizmadır. Bir organizma: merkezi, uçları, eklemleri, başı ve ayakları olan farklılaşmış yaşayan bir beden.” olarak açıklanır (Derrida, 2012, s.30). Logos, canlı ve yaşayan bir varlıksa ona can veren, onu dünyaya getiren üst bir varlığın olduğunu da sezeriz. Bir canlı olarak logos’u var eden onu konuşan öznedir. Derrida’da konuşan özneyi logos’un babası olarak nitelendirir. Bu haliyle logos, konuşan öznenin oğlu konumundadır: “Öyleyse logos bir oğuldur, babasının mevcudiyeti ve babasının mevcut yardımı olmadan, oğul kendi kendisini yok edecektir (a.g.e. 27). Logos varlığını konuşan özne olan babasına borçlu olmakla birlikte aynı zamanda mevcudiyetini, sınırlarını da babasına borçludur.

Phone'nin özü düşüncede logos gibi anlamla ilgili olan, onu üreten, karşılayan, söyleyen, toparlayan şeye dolaysızca yakın olmalıdır. Örneğin Aristotales'e bakılırsa, insan hançeresinden çıkan sesler ruh hallerinin, yazılı sözcüklerse sesin söylediği kelimelerin simgeleridir. Bunun nedeni birincil simgelerin üreticisi olan sesin ruhla asal ve dolaysız bir ilişkisi olmasıdır. Ses birincil imleyenin üreticisi olarak, diğerleri arasında sıradan bir imleyen değildir. Ruhun halini imler; o da doğal benzerlikler yoluyla şeyleri yansıtır. Buna göre varlıkla ruh, şeylerle duygulanımlar arasında doğal bir çeviri veya imleme ilişkisi, ruhla logos arasındaysa uzlaşımsal bir simgeleme ilişkisi vardır. Ve doğrudan doğruya doğal ve evrensel imleme düzeyine ait olan birinci uzlaşım da sözel (konuşulan) dil olarak üretilir. ( Derrida, 2010,s. 20)
Ruhun duygulanımları şeyleri doğal olarak ifade ettiğine göre konuşma, dolayımsızlığa, hakikatle temas kurma imkânını sağlar. Konuşma ruhun halini göstererek hakikatle temas kurma imkânını açtığında bir kesinlik biçiminin imkânı da ortaya çıkar. Konuşma, konuşanın ruhuyla dolaysız bir ilişkide olmasıyla, konuşanın aktardıkları kendi varlığından kaynaklandığı için hiçbir şüpheye mahal bırakmaz. Bunun en güzel örneğini Descartes felsefesinde görmekteyizdir. Düşünüyor olmakla şüphe edilemez öznenin varlığını görmekteyizdir Descartes’te. Derrida bu durumu Roussuau devri olarak nitelendirir. Çünkü Derrida’ya göre Descartes’deki düşünme Rousseau’da, kendi üzerine düşünmek şeklini almıştır ve sübjektivizmin hâkimiyeti başlamıştır.
Logos merkezli metafizikte düşünen öznenin kesinliği nihayetinde, öznenin konuşmasıyla açığa çıkanların da hakikatle dolaysız temasından doğan kesinliği açığa çıkartmaktadır.  Derrida’nın “logos baba değildir ama logos'un kaynağı, babasıdır” açıklamasıyla öznenin ya da logos’un babasının bir mevcudiyet olarak varlığı belirlediğini görmekteyizdir. (Derrida, 2012, s.27). Burada logos (söz) sıradan bir gösteren olmaktan çıkarak, hakikatle dolaysız bir ilişkiye geçen gösteren konumuna gelmektedir. Derrida düşüncesi üzerinden felsefeye böyle baktığımızda öznenin varlığa nasıl değer biçtiğini açık bir şekilde görmekteyizdir. Derrida “.... nedir?” şeklinde sorulan her soru özünde metafiziktir derken öznenin ruhsal durumunun bir göstereni olarak (ancak sıradan bir gösteren olarak değil)  logos’un (söz) olarak mevcudiyeti açığa çıkar. Logos’un demek, toparlamak, bir araya getirmek şeklindeki anlamlarını da göz önüne aldığımızda varlık bir toparlama olarak mevcudiyet şeklinde felsefede yerini alır.

Demek ki daha burada fonosantrizmin, genel planda mevcudiyet (presence) olarak varlığın anlamına bağlı olan ve onda sistemlerini ve tarihlik zincirlerini organize eden tüm alt belirlenimlerle ( şeyin eidos olarak göze mevcudiyeti,şimdinin ve anın sivri ucu olarak zamansal mevcudiyeti, cogito’nun kendine mevcudiyeti, bilinç, öznellik, ötekiyle kendinin birlikte mevcudiyeti, ego’nun yönelişsel fenomeni olarak “öznelerarasılık” vb.) birlikte, bu genel formun tarihlik belirlenimiyle karıştığı hissedilmektedir.  Demek ki logosantrizm varolan'ın varlığının mevcudiyet olarak belirlenimiyle dayanışmalı olsa gerektir. (Derrida, 2010, s.22)
Metafiziğin logos merkezli olmasıyla yazı ikincil bir konuma itilmiştir. Yazı, tuhaf bir ikincilik türüne (elimizde ikincilik türünden başka bir şey olmadığını kabul eden bir türdür bu) karşılık gelir. Batı geleneği der Derrida, yazıya tepeden bakmıştır; "Yazı kavranabilir kayıt, Batı geleneği tarafından her zaman tine, nefese konuşmaya ve logos'a dışsal olan beden ve madde olarak görülmüştür." (Megill, 2012,s.419). Derrida'nın eleştirisi dolaysız bir kesinlik alanı bulunabileceği ve filozofların bulduğu iddiasınadır. Şimdiye dek bulunduğu varsayımından ötürü konuşmaya yazı önünde hep bir öncelik tanınmıştır. Derrida buna “sesmerkezcilik” der. Konuşma yazıya göre daha üstün bir konumda düşünülmüştür, çünkü konuşma kesinlik olanağına yazıdan çok daha yakındır. Çünkü konuşma belli bir dolayımsızlık bildirir. Anlam görünüşte konuşmaya içkindir, dahası bilincin iç sesiyle konuştuğumuzda kendimizle konuştuğumuzu duyumsamakla kalmaz, konuşurken konuşmanın anlamını yakaladığımızı da duyumsarız. (Sarup, 2010, s.58).

Derrida, Heidegger’i logos’tan kopamamakla yani metafizikten sıyrılamamakla suçlar. Çünkü Heidegger logos’a önem vermektedir. Ancak Derrida’nın burada kaçırdığı ya da görmezlikten geldiği Heidegger’in logos’u metafizikte olduğu gibi algılamamasıdır. “Logos hep akıl, yargı, kavram, tanım, sebep, ilinti olarak çevrilmektedir” der Heidegger (Heidegger, 2008 s.33). Derrida, Heidegger’in işaret etmiş olduğu Greklerin “logos”u bir zevahir olarak algılamaları üzerinden felsefeyi değerlendirir. Ancak Heidegger “logos”un karşısına Derrida gibi yazıyı çıkartmaz; Heidegger “logos”u tekrar asli anlamına kavuşturmaya çalışır.

Logos’un bir işlevi bir şeyi yalın olarak görünür kılmak (yani varolanın müşahade ettirilmesi) olduğundan o, aynı zamanda o akıl anlamına da gelebilmektedir. Yani logos sadece legein anlamında değil, aynı zamanda legomenon (yani görünür kılanın bizatihi kendisi) anlamında da kullanıldığından ve bu da hupokeimenon’dan başka bir şey demek olmadığından, öte yandan hupokeimenon ise her türlü söz yöneltme ve üzerinde konuşmanın zaten hep mevcut olan zemini demek olduğundan, legomenon olarak logos; zemin, ratio anlamına gelmektedir. Nihayet legomenon olarak logos, bir şey olarak söz yöneltileni bir şeyle olan ilişkisi içinde (yani ilişkilenmişlik) görünür kılma anlamına da geldiğinden logos, ilişki ve bağıntı anlamı da kazanır (Heidegger, 2008 s.35).

Metafizik ruhu hakikatle doğal bir ilişki olarak, logos’u da, ruhla asal ve dolaysız bir ilişki olarak görür. Dolayısıyla ruhla dolaysız ilişkide olan logos, hakikatin sıradan olmayan bir göstereni durumundadır. Yazı ise logos’la uzlaşımsal bir ilişki içindedir. Heidegger bu noktada metafizikten ayrılır. Heidegger dili ya da Derrida’nın kelimeleriyle söylersek sesli dili modern dilbilim ve dil felsefesinin genelinde olduğu gibi uzlaşımsal bir şey olarak görmemektedir. Ayrıca Heidegger özne felsefesine şiddetle karşı çıkmaktadır. Heidegger’in özne felsefesine karşı çıkması ve dili uzlaşımsal bir şey olarak görmemesi onu metafizikten ayırır. Heidegger metinleriyle irtibata geçildiğinde ilk dikkat edilen, düşünürün kelimenin etimolojisini sonuna kadar açıyor olmasıdır. Bu noktada Heidegger, insan konuşmaz, konuşan dildir diyerek metafizikten keskin bir şekilde ayrılır.

Ancak Derrida bu farkı nasıl olduysa gözden kaçırır. Derrida’nın Heidegger’i suçladığı bir diğer konu da Heidegger’in bir orijin, bir hakikat arayışında olmasıdır. Heidegger’in bahsettiği hakikat metafizik düşünmedeki hakikat anlayışından farklıdır. Metafizik düşünmede hakikat aranıp bulunan, bir özne tarafından aranıp bulunan ve sabitlenen bir şeydir. Ancak Heidegger, özne-nesne ayrımına karşı çıkarak hakikatin kendini izhar edeceğini söylemektedir. Bu açıdan insan etkin bir konumda hakikati bulmaz Heidegger düşüncesinde, ancak hakikat kendisini açığa çıkartır eder.

Derrida felsefeyi logos merkezli olarak nitelerken, bu durumun felsefi düşünmenin bir evresinde ortaya çıkmadığını felsefenin en başından beri logos merkezli olduğunu söylemektedir.

Sokrates, yazı canlı konuşmanın bir imgesinden ibarettir ve konuşma ondan çok daha tercihe şayandır der. İşitsel töz yoluyla kendini konuşurken duyma(anlama) sistemi -ki bu sistem kendini dışsal olmayan, dünyevi olmayan, dolayısıyla ampirik olmayan ya da olumsal olmayan gösteren olarak sunar- bütün bir çağ boyunca dünyanın tarihine zorunlu olarak hükmetmiştir. Konuşma mevcudiyettir, yazı ise mevcudiyetin inkarı. Ses dolaysız bir biçimde dünyaya çıkar ve söylendikten hemen sonra ortadan kalkarken; yazı bir ara biçimdir, kendini kökeninden ayırır ve bu köken ortadan kaybolduğunda bile kendini korur. Derrida'nın sözleriyle, yazı bir dolayım ve logos'un kendisinden ayrılmasıdır. Yazı anlamın ruhla birlikte logos içindeki doğal, asli ve dolayımsız mevcudiyetinin taklididir.. (Megill, 2012,ss. 420,421).
Yazı, logos’un (sözün) bir göstereni, eki olmasıyla birlikte felsefe tarafından aşağılanır ve ikincil plana atılır. Yazının bu şekilde nitelenmesiyle felsefe logos’la dolayımsız, kesin bir hakikat anlayışına gider.

Konuşma konuşanın ruhsal durumuyla dolayımsız bir ilişkide olduğundan anlamın sınırlarını da konuşan belirler. Oysa yazı böyle değildir. İşte burada Derrida felsefenin canlı olduğu iddiasıyla karşılaşırız. Konuşma ya da logos babasına ihtiyaç duyduğundan, babası olmadan varlığını kaybettiğinden dolayı her açığa çıktığında canlıdır ve konuşmanın sona ermesiyle birlikte varlığını da kaybeder. Oysa yazı, bir babaya ya da özneye ihtiyaç duymamaktadır. Metni okuyan bir mevcudiyetle karşı karşıya değildir.

Logos’u, bir toparlama, düzenleme, sınırlama olarak ele aldığımızda kelimenin bir anlamı baskın konuma gelir. Böylece anlam sınırlandırılır. Saussure, göstergeyi ikiye ayırır: gösteren ve gösterilen; gösteren ve gösterilenin bir yaprağın iki yüzüdür (Saussure, 2001, s.35). Gösteren ve gösterilen arasında bir ayrım söz konusudur ancak bu ayrım çok keskin değildir. Saussure gösteren ve gösterilen ilişkisinin keyfi olduğunu söyler. Ancak buradaki anlamın sonsuzluğunu fark ederek gösteren ve gösterilenin bir yaprağın iki yüzü olduğunu söyler ve göstergenin iki yüzü arasındaki farkı keskinleştirmez. İşte Derrida Saussure’nin bu düşüncesinin logos merkezli olduğunu söyler. Çünkü anlam sabitlenmiş, sınırlandırılmıştır.

Demek ki, Batı geleneğinin, içinde düzenlenmiş ve hala da yaşamakta olabileceği güven verici apaçıklık şu olmalıdır. imlenen düzeyi hiçbir zaman imleyen düzeyinin çağdaşı değildir; en fazla, ince bir farkla -bir soluk kadar arayla da olsa- öncesinde yer alan bir astarı ya da paralelidir. İm de bir çeşitliliğin birliği olmalıdır, zira imlenen ( anlam veya şey, noema veya gerçeklik) kendiliğinde bir imleyen, bir şeyin izi (trace) değildir; her halükarda, anlamı içinde, olası bir izle arasındaki ilişkiyle kurulmuş değildir. İmlenenin formel özü mevcudiyettir (Derrida,2010,s.30).

Derrida yukarıda alıntılanan pasajında gösterenin konuşma (aynı zamanda duyma), gösterilenin de şeyin kendisi değil kavramların olduğunu söyler. Gösteren, gösterilene atıfta bulunurken bir mevcudiyet içerisinde ilişkide bulunur. Derrida yazının bir iz (trace) olduğunu söyler. Anlamın da bu izleri takip etmekle ortaya çıkacağını söyler. Basit bir örnek olarak biz sözlükten bir kelimenin anlamına baktığımızda başka bir kelimeye gideriz. İşte gösterenin başka bir gösterilene gitmesidir iz. Anlam da bu izlerin takibiyle ortaya çıkmaktadır. Derrida metafiziği logos merkezli olmakla nitelerken, göstergeyi izlerin çeşitliğini bir birlik içinde ortaya koymasını vurgulamaktadır. Bu izlerin takibi konuşmayla gerçekleşemez. Ancak yazıda izi takip edebiliriz.

Dekontrüksiyon

Derrida metafiziği bu şekilde logos merkezli olmakla suçlar. Daha sonra metafiziği dekontrüksiyona uğratır. Dekontrüksiyon, yapısöküm olarak Türkçe’ye çevrilir. Derrida felsefenin ne olduğunu açıklayan ve felsefenin sınırlarını belirlemeye çalışan bir düşünürdür. Yapı felsefenin sınırlarını belirlerken sökme de felsefenin neliğini bize gösterir. Sökümün Türkçe kullanımına baktığımızda “bu dersi söktüm, şu dili söktüm” şeklinde anlama, kavrama olarak kullanıldığını görmekteyiz. Dekontrüksiyon, sadece felsefeyi ya da metafiziği yıkan, parçalayan bir şey değil ayrıca felsefenin ne olduğunu ortaya koyan bir işlemdir. Bu noktada Derrida kumaş söküğünü örnek verir. Kumaş sökülmeye başladığında söküm bitene kadar bu işlem sürer. Derrida dekontrüksiyon ile bütün Batı metafiziğini başlangıcından sonuna kadar söküme uğratır. Derrida’nın metinlerine bakıldığında düşünür metinlerini sürekli başkaları üzerinden oluşturur. Derrida okurken Platon, Aristotales, Kant, Hegel, Husserl, Heidegger, Levinas, Bergson ve diğer birçok filozofu okur gibi olursunuz. İşte Derrida burada felsefeyi ya da metafiziği başlangıcından sonuna kadar söküme uğratır. Hem parçalar hem de ne olduğunu açığa çıkartır.

Yapısökümü hareketleri, yapılara dışarıdan müdahaleyle çalışmazlar. Ancak o yapıların içinde “ikamet etmek” suretiyle mümkün ve etkili olabilir (Derrida,2010,s.39). Dekontrüksiyon, metni okuyan kişinin metne uyguladığı bir şey değil, logos’un sınırladığı anlamların kendiliğinden açığa çıkmasıdır. Derrida metafiziği karşıt anlamlarla kendini ikame eden ancak bu karşıtlığın üstünü örten bir düşünme biçimi olarak nitelendirir. İşte dekontrüksiyon metafizik tarafından örtülen bu karşıtlıkların açığa çıkartılmasıdır. Metafizik tarafından varlık sözcüğün bütün anlamları tarafından mevcudiyet olarak belirlenmiştir ve dekontrüksiyon bu belirlenmişliği kaosa sürükleyen bir işlemdir.

Derrida metafizik sözcüğünü genellikle "burada olan varlığın", "bulunuş olarak varlık"ı serbest bırakan bir şeydir. Metafizik diye adlandırdığımız her düşünce dizgesinin bir dayanağa, bir temele ya da bir ilk ilkeye dayandığını ifade eder Derrida. İlk ilkeler çoğunlukla bu ilkelerin dışladıklarıyla, diğer kavramlara yönelik bir "karşıtlık" yoluyla tanımlanırlar (Sarup,2010,s.420). Burada varlığı metafizik mevcudiyet olarak bir ilkeye bağladığı ve bu ilkelerin dışladıklarıyla bir karşıtlık olarak tanımlandığını görürüz. Felsefede varlığın ve hakikatin bir ilkeye bağlanması ve karşıtlıklar ile asli olanın tanımlanması sonucunda sabit, soyut, evrensel, zamanın ve dünyanın dışında bir hakikat anlayışı kendini gösterir. İşte bu sebeplerle Derrida bütün felsefe geleneğini dekontrüksiyona uğratacağını ve böylece sabitlenmiş anlamı dağıtacağını söyler.

Derrida’nın burada saldırdığı aslında akıldır. Çünkü rasyonel akıl kavramlar üretir ve bu kavramlar karşıtları tarafından tanımlanır ancak karşıtlığın üzeri örtülür. Kavramlar da yukarıda açıkladığımız gibi evrensel bir dildir. Yani metafiziğin mevcudiyet olarak belirlediği varlığın özünün evrenselleşmesidir. İşte Derrida burada evrensel bir akıl, hakikat iddiasına karşı çıkmaktadır.

Differance

Difference sözcüğü Fransızca fark başkalık anlamına gelir ve differer fiilinden üretilmiştir. Differer fiili ise, farklı kılmak ve ertelemek gibi iki değişik anlamda kullanılmaktadır. Oysa difference sözcüğü bunlardan birini (farklı olmayı) ifade etmektedir. İşte Derrida bu sözcükte tek bir harfi değiştirerek, sondaki "e" harfini "a" yaparak ve sözcüğü de hem "farklı kılma" hem de erteleme anlamına gelen "differance şekline sokarak amacına ulaştığı kanısındadır. (felsefi izlenimler, 2005 s. 154). Derrida differance ile metni bir karışıklık içerisine sokar. Karışıklık Derrida’da olumlu bir anlama sahiptir. Karışıklık akli melekelerimizin ne olup bittiğini anlamaya yeterli olmadığını fark ettiğimiz zaman ortaya çıkar (Almond,2012,s,56). Derrida metni karıştırmaktan uzak bir şekilde metnin nasıl kendi içinde karıştığını basitçe göstermektedir. Bu anlamıyla yapısöküm harekete geçiren değil açığa vurucu bir işlemdir.

Derrida düşüncesinin “merkezi” sözcüğü dekonsrüksiyondur. Ancak az önce söylediğim gibi dekonsrüksiyon Derrida’nın diğer sözcükleriyle ilişkide olduğunda anlam kazanır. Dekonsrüksiyonun ilişkide olduğu en önemli sözcüklerden biri de “differance”dir. Derrida’nın differance sözcüğü Heidegger’in Varlık ve varolan ayrımının daha radikal bir perspektifidir. Derrida'nın düşüncesinde differance'nin yeri, onun yazının kontrol edilemez, anlaşılmaz ve daima metni yerinden oynatabilecek, yerinde pek durmayan kuvvet yapabildiği ölçüde önemli olmaktadır.

Derrida'nın en özlü ifadesiyle yapısöküm, "Nedir?" sorusunu sorgulamaktır. Nedir ne demektir? Nedir sorusu metafiziğe götürür; çünkü bu soru “budur”, ya da “şudur”, gibi yanıtları dolayan mutlak ve durgun bir Varlık'ı varsaymakta ve bunu betimlemeyi de hedeflemektedir. Oysa Nedir ne demektir, formülünde sorgulanan şey, varlık gibi mutlak bir biçimde sunulan şeyin arkasında ne bulunduğu; varolanların (sözcüklerin, kavramların, yapıların, kurumların) anlamlarını differance'ı yani farklılaşmaları ve ertelemeri (tarihselleşmeleri)dir.

Differance farklılaştırırken aynı zamanda metafizik tarafından ya da Derrida’da mecudiyet metafiziği olarak dillenen felsefi düşünmede varlık bir şimdiki zaman formuna indirgenmiştir. İşte bu noktada differance varlık’ı zamana açar. Onu, ebedi şimdiki zamandaki mevcut formundan, belirlenmişliğinden kurtararak serbest bırakır.

Sonuç
Bütün felsefe ya da metafizik düşünme boyunca varlığa değer biçilmiştir. Felsefeyi kendi içerisinde dönemselleştiren Derrida ilk olarak Greklerin olduğunu söyler. Grekler, varlık nedir sorusunu sormuş ve bu soruya logos merkezli yani mevcudiyet formu üzeriden cevap vermiştir. Grekler ontolojik bir düşünme gerçekleştirmiştir bu anlamıyla. Daha sonra ortaçağ gelir. Bu dönemde en varolan nedir sorusu sorulmuştur. Heidegger buna onto-teoloji demiştir. Ortaçağda tanrı bile bir varolan olarak ele alınmış ve tasarımlanmıştır. Son olarak Rousseau devri gelir. Rousseau devrinde özne merkezli bir düşünme gerçekleştirilmiştir. Felsefe tarihine bu şekilde bakıldığında Heidegger’in Varlık ve Zaman kitabının ilk cümlesi “varlık, felsefe tarihi boyunca unutulmuştur” dur. Derrida Heidegger’in felsefeye yönelik saldırılarını devam ettiren ve radikalleştiren bir düşünürdür. Bu anlamıyla Derrida felsefenin ne olduğunun anlaşılmasında önemli bir yerde durmaktadır.

Derrida düşüncesiyle irtabat kurulduğunda birçok şeyi yerinden eden eleştiren bir düşünürle karşılaşırsınız. Metafizik eleştirisinin temeline koyduğu metafiziğin logos merkezli oluşunu kıyasına eleştirirken “yazı” merkezli bir tavır aldığı görülür. Merkezi yazı olarak belirlemekle Derrida metafizik içerisine düşmüş olmaz. Çünkü Derrida’nın metni ve yazısı hiçbir zaman anlamı sınırlayacak özelliklere sahip değildir. Zaten düşünürün kendisi de her okuma yeni ve tekil okumadır der. Son olarak Derrida’nın metafiziğin tahakkümünü anlattığı kısa bir pasajıyla bitireyim:

Sesçil yazı, metafiziği de aslında en özgül ve en güçlü etnosantrizmden başka bir şey olmamıştır; şimdi de kendisini bütün dünyaya dayatmakta olup tek ve aynı düzen içinde hakikatin tarihi ve hakikatin hakikiliğine hükmünü geçirmektedir.
Biz özellikle düşünülmesini istiyoruz ki, girişim ne denli gerekli ve verimli olursa olsun, hatta en olumlu varsayıma göre, şimdiye dek kendisini sınırlamış olan bütün teknik ve epistemolojik engelleri, bütün teolojik ve metafizik köstekleri aşabilse bile, böyle bir yazı bilimi bu haliyle ve bu ad altında asla gün yüzü görmeme, tasarısını ve nesnesinin birliğini asla tanımlayamama, yönteminin söylemini yazamama ve alanının sınırlarını belirleyememe riski altındadır. Bunun esasa ilişkin iki nedeni vardır: bugün çok çeşitli bilim ve yazı kavramları içinden hedef alınmaya izin veren her şeyin birliği, ilke olarak, az çok gizlilikte ama her zaman, sadece kapanışını- sonunu demiyoruz- farketmeye baladığımız bir tarihsel metafizik devir tarafından belirlenmektedir (Derrida,2010,s.12)

Kaynakça
Almond, I. Ibn Arabi ve Derrida(çev.Kadir Filiz). Ayrıntı Yayınları, 2012: İstanbul
Başer, N. Kant Sonrası Metafizik Üzerine Konuşmalar. Küre Yayınları, 2012: İstanbul
Derrida, J. Platon’un Eczanesi(çev. Zeynep Direk). Pinhan Yayınları, 2012: İstanbul
Derrida, J. Gramatoloji(çev.İsmet Birkan). Bilge Su yayınları, 2010: Ankara
Megill, A. Aşırılığın Peygamberleri (çev. Tuncer Birkan). Say Yayınları, 2012: İstanbul
Heidegger, M. Varlık ve Zaman (çev. Kaan Ökten). Agora Kitaplığı, 2008: İstanbul.
Heidegger, M. Nedir Bu Felsefe Denilen (çev. İrrin Tunç). Logos Yayınları, 1990: İstanbul
Küçükalp, K. Batı Metafiziğinin Dekonstrüksiyonu: Heidegger ve Derrida. Sentez Yayıncılık, 2008: Bursa
Timur, T. Felsefi İzlenimler. İmge Yayınları, 2005:İstanbul
Sarup, M. Post-Yapısalcılık ve Postmodernizm(çec. Abdülbaki Güçlü). Kırk Gece Yayınları,2010: İstanbul
Saussure, F. Genel Dilbilim Dersleri(çev. Berke Vardar). Multilingual Yayınları, 2001: İstanbul

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder