24 Şubat 2013 Pazar

MANTIK NOTLARIM-1-


Klasik dünyada iki araç ilmi vardır: mantık ve dilbilim. Klasik dünyada Araç ilimleri öğrenilmeden diğer ilimlere geçilmezdi. Araç ilmi; bizatihi kendisinden dolayı öğrenilmeyen, diğer ilimler için öğrenilen ilimlerdir. Bu noktada mantığın tarihine baktığımızda, mantığı ilk defa sistemleştiren Aristotales'tir. Ancak mantığı Aristotales bulmamıştır.  Mantık daha önce de kullanılıyordu. 

Mantık kelimesi Yunanca "logike" Arapça "nutk" kilimesinden gelmektedir. Yunancadaki logos kelimesi İngilizce'deki logic'e kaynaklık etmiştir. "Logos" ve "nutk" akıl, akıl yürütme, söz anlamlarına gelir. Bu anlamıyla mantık hem düşünmeye hem de söze/konuşmaya karşılık gelir. İslam mantıkçılarına göre mantık üç anlama gelir;

1) insanların nesneleri ve olguları anlama gücü
2)bu anlama sonucunda insan ruhunda oluşan düşünme (iç konuşma) 
3) düşünmenin dile getirilmesi

Mantık, külli kaideleri içeren ve külli kaidelere riayet edildiğinde insan zihnini düşünürken hatalardan koruyan ilimdir. Klasik düşüncede bütün varolan mutlak bir Varlık'a temellendirilir. Dolayısıyla tümel yasalar belirlenir. Belirlenen tümel yasalardan hareketle tikellerin bilgisi açıklanmaya çalışılır. Bu noktada mantık ilminin konusunu bilinenelerden bilinmeyenlere ulaşmanın yoludur diyebiliriz. Başka bir şekilde söylersek mantık ilminin konusu malumatiye tasavvuriye (kavram) ve malumatiye tastikiye(hüküm)dir. Örnek olarak;

Bütün canlılar solunum yapar
İnsan bir canlıdır
O halde insan solunum yapar

Örnekte de görülebileceği gibi genel bir yargı belirttik daha sonra genelin içindeki bir tikeli ele aldık ve tikel hakkında bir sonuca ulaştık. Burada mantığın amacına değinmiş oluyoruz. Mantık düşüncenin içeriğiyle ilgilenmez. Önemli olan formdur. Mantığın amacı öncüllerin sonucu zorunlu kıldığı akıl yürütme formlarını ortaya koymaktır. Bir akıl yürütmede öncüllerin zorunlu sonucu çıkarsa önerme geçerlidir. Yukarıda verdiğimiz örnekteki öncüllerin zorunlu sonucu olarak insanın solunum yaptığı bilgisine ulaştık. Ancak çıkan sonuç sadece geçerlidir. Sonuçta ortaya bir malumat çıkmıştır. Çıkan malumatın doğruluğu mantık tarafından belirlenmez.  Bir önermenin geçerli olması  önermenin doğruluğunu kanıtlamaz. Önermenin doğruluğu diğer muhtelif ilimlerle denetlenir. Geçerli ama doğru olmayan bir önermeye örnek olarak:

Bütün insanlar üç ayaklıdır
Ali insandır
O halde Ali üç ayaklıdır 

Formu açısından önermemiz geçerlidir. Öncüllerin zorunlu sonucuna ulaştık. Ama insan üç ayaklı bir varlık değildir. 

Mantık "tasavvur" ve "tastik" olmak üzere iki bölümden oluşur. Tasavvur bölümü, sözün anlama delaleti(delaletü'l elfaz), kavram, beş tümel , tanım ve bölme gibi konulardan oluşur.  Tasdik bölümü ise, önerme, kiplik, döndürme, çelişki, kıyas ve beş sanattan oluşur( Burhan, Cedel, Hitabet, Şiir ve muğlata). Mantığın tasavvur bölümü tanım ile, tastik bölümü ise kıyas(hüküm) ile müteşekkildir.

Tanım, tanımlananın şeyin hiçbir ferdi dışarda bırakmamak ve hiçbir şey de dışardan tanımlanana atfetmemektir. Genel sıfatlardan tanım yapılmaz. Tanım yapılan sıfat cinse özgü olmalıdır. Tanımlanan şey diğer varlıklardan tanımlandığı sıfat itibariyle ayrıştırıcı olmalıdır. "İnsan beslenen bir canlıdır" örneği tanımlanan varlığın ayırıcı bir özelliği değildir. İnsandan başka beslenen canlılar da mevcuttur. "İnsan konuşan bir canlıdır" tanımı ise bize insanın ayrıştırıcı özelliğini verir. Dolayısıyla doğru bir tanım yapmış oluruz.

Kıyas tümdengelimsel bir akıl yürütmedir. Kıyaslar öncüller ve sonuç olmak üzere iki kısımdan oluşur.  Kıyasın bir başka tanımı da geçerli çıkarımdır. Bu noktada geçerli çıkarım formu itibariyle doğru düşünme ve akıl yürütme biçimidir.

NOT: Bu metin sadece klasik mantığı mevzu almıştır. Metin mantığın ilk konularıdır. 

19 Şubat 2013 Salı

YAPISALCILIK VE DİL


                                             


İnsanın varlığının manasına erişebilmesi, kendi varoluşunu ve diğer varlolanların Varlığını keşfetmesiyle mümkündür. Dünyanın içinde olması bakımından insan tek başına bir Varlık elde edemez. Diğer varlolanlarla da irtibalı olması ve onların manasını keşfetmesi gerekir. İnsan, kendi varlığının ve diğer varlolanların farkında olan tek canlıdır. İşbu noktada varlığın farkına varmak “mana” ile mümkündür. Mananın keşfine giden yol da dil üzerinedir. Dil, yol üzerinde karşılaşılan bir şey değil; yolu açan şeydir. Bu noktada dil, varlığın manasını gizleyen bir gösterge konumundadır. Ancak gösterge olarak dil, imgeyi ve nesneyi temsil eden bir aracı düzeyinde değildir. Nesnenin manasını içinde barındıran bir konumdadır. Dil, varlığını manada bulur ve bu manaların açığa çıkarılmasıyla önemli bir hale gelir. Burada manayı açığa çıkartma söz ile mümkün olur. Bu noktayı şimdi değil Saussure’nin dil- söz ayrımını açıkladıktan sonra yapacağım.

 Ferdinand de Saussure, dilbilimsel yapısalcılığın temellerini dil-söz ayrımı ile yapar. Saussure göre dili sözden ayırmak demek; toplumsal olguyu bireysel olgudan ayırmak ve temel olguyu ikincil, az çok da rastlantısal nitelikli olgudan ayırmak demektir[1]. Anlaşılacağı üzere bireysel olan, ikincil olan ve rastlantısal olan sözdür. Saussure’nin dil ile söz ayrımına gitmesinin nedeni: rastlantısal ve bireysel olarak tanımladığı sözü bir dizge* haline getirmenin imkan dışılığından dolayı yapar. Aynı zamanda dili yapısal bir hale getirmesi, onun artsüremi ve eşsüremli dilbilim ayrımının da bir sonucudur. Kelimelerin tarihsel gelişimini dışlayarak kelimenin tarihin belli bir dönemindeki manayı kabul eder[2]. Sözün dilden dışlanması ve eşsüremli dilbilim anlayışıyla Saussure, dili yapısal bir konuma yerleştirir. Böylece dil, belli yapılar etrafında incelenir ve bu yapılar içerisinde sözcükler manasını bulur. Yapısalcı anlayışa göre, insanlar kendi yükledikleri mana dünyası içerisine yaşar ve mananın insanın yüklemesinden ibaret olduğunu kabul eder[3].Yapısalcılığın amacını, Fransız bir yapısalcı olan Barthes şöyle açıklar: yapısalcılık, bir nesneyi, onun işleyişini, onun hangi kurallara göre işlediğini ortaya çıkaracak bir şekilde yeniden inşa etmektir. Bu faaliyetteki yapı terimi nesnenin bir temsilidir.Ancak bu temsil amaca matuftur[4].

Yapısalcı anlayışın dil teorisine göre karşımıza iki sorunsal çıkmaktadır: mana inşa edilen bir şeydir ve söz dil dışı bir şeydir. Dil, insan konuşmasıyla varlığına kavuşur. Söylem, dili açığa çıkartan, görünür hale getiren ve düzen veren bir yetidir. Söylemde konuşma ile mümkündür. Ancak söylem ile konuşma aynı şey değildir. Bir insan çok konuşabilir ancak hiçbir şey söylemeyebilir. Dolayısıyla manalarla varlığa gelen dil, söylem ile görünür hale gelir. Dilin gelişimini ve değişimini sağlayan söylemdir. Saussure bunu kabul eder. Ancak yine de sözü dilin dışında tutar. Düşüncelerin sonsuzluğunu yinelemeli bir şekilde sağlayan dili sürekli canlı tutan söylemdir. Hatta dil, yaşamını sözde bulur. Manalarla varlığa gelen dil bu manaların açığa çıkarılması işlemini söylem sayesinde gerçekleştir. Saussure söylemin -haliyle konuşmanın- irade ile kazanıldığını söyler. Ancak konuşma insan iradesiyle ortaya çıkan bir şey değil, insanın doğası gereğidir. Öyle ki nasıl dil irade ile kurulmuş bir yapı değilse-dilyetisi(dil edimi) insanın doğuştan gelen bir özelliğiyse- konuşma da irade dışı bir edimdir.

Mana, bir şeyin hakikatine işaret eder. Varolanların Varlığının keşfi mananın keşfi ile mümkündür. Ancak yapısalcılık, nesnelerin fonksiyonlarını belirlediği amaca göre yeniden inşa etme işlemidir. Böylece insanlar nesnenin hakikatine ulaşmayı ona yükledikleri manayı yeniden ortaya çıkartmak olarak varsayarlar. Yapısal düşünce, kurgulanmış olanı, verilmiş olanı alır, parçalar ve tekrar birleştirir. Varolanların ne olduğunu bulma süreci bir şekilde yapıları çözümleme sürecine döner. Kurgulanmış olan yapıların keşfinin imkansız olduğu düşünüldüğünde insan yeni bir yapı kurar ve sonunda karışık bir durum vuku bulur. Örnek olarak, bir metni okuyan insan, metnin yapısını çözümlenebilmesi için öznenin nesne ile kurduğu irtibatı birebir bilmesi gerekir. Bu da üreticinin kendisi olması demektir ki imkan dışındadır. Yapının çözümlenmesi sürecinde insan dahili olamadığı bir şeyi farklı bir formda kendisi üretir. Yapının çözümlenmesinin bir başka yönü de yapının parçalanmasıdır. Konunun dışında olduğu için değinmeyeceğim bu durum nihayetinde yapının parçalanması yapılırken mananın da yok edilmesi gibi vahim bir durum ortaya çıkar.

Yapısalcılığın ortaya çıkardığı başka bir sorunsal olarak dilin işlevsel boyuta itilmesi de konu içine alınmalıdır. Yapılar etrafına hapsedilen dil sonunda düşüncenin dolayısıyla varlığın Varlığına kavuşmasının aracısı olmaktan çıkarılır ve dili iletme, taşıyıcı konumuna iter. Toplumsal bir uzlaşı, anlaşma aracı olarak görülen dil, manaya açılan bir kapı olması bakımından temel özelliğini kaybeder. Dilin işlevsel olarak ele alınması uyarlanabilir çözümler ile kısıtlanması demektir. Test edilen olgular üzerinden açıklanan dil mekanik felsefenin sığ alanına atılır. Bu sebeple dilin biyolojik yönü belki ama zihinsel, düşünceye ilişkin yönü açıklanamaz. Böylece insan varlığının farkındalığına kavuşması engellenir. İnsanın kendisini bulması ona verilenler etrafında şekillenir. Verilmiş olanla yetinen insan sonunda öz/gürlüğü elinden alınmış olur.

Bugün görsellerle hapsedilen insana enformasyonun bombalanması işlevsel dil aracılığıyla yapılır. Bilginin ortadan kaldırılmasıyla birlikte insan enformasyona mahkum edilerek, görsel alan içerisinde kontrol edilir. İnsanın hapislikten kurtulamamasının nedeni onun varlığına kavuşmasının biricik yolu olan dilin varlığının ortadan kaldırılması dolayısıyladır. Sadece dil ortadan kaldırılmaz. Yukarıda değindiğim gibi manada ortadan kaldırılır. Bundan dolayı dilin düşünceye olan kaynaklığı yok edilir.

Yapısalcılığın zaferi en sonunda bilimselliğin zaferidir[5]. Bilim, olgusal olanın gözlemlenmesi ve deneye tabi tutulmasıdır. Bilim olgunun niteliğine ilişkin bir yargıdan uzak durur. Yani niçin sorusunu sormaz; neden ve nasıl sorusu ile yolunu tayin eder. Bu noktada Aristotales’in dört sebebi söylenmeye değer: a) maddi neden b) hareket ettirici neden c) ereksel neden ve d) formel neden[6]. Bilim bu noktada maddi neden ve formel neden ile ilgilenir; hareket ettirici nedeni ve ereksel nedeni konusu dışında tutar. Böylece nesnenin manasını keşif imkansız hale gelir. İnsanın niçin yaratıldığını ve kim tarafından yaratıldığını bilmediği için kendi varoluşunun farkına varamaz. Varoluşunun Varlığına erişebilmesi için insan, bilimsel dil veya mekanik dil anlayışının dışına çıkması gerekir. İnsan, dili bildirişimden öte kendisinin hakikatinin gizli olduğu bir gösterge olarak nazarına almalıdır.

“varlığın manasına yönelik soru, nihai olarak dilin özüne yönelik soru ile örtüşür”[7]


* Saussure yapı kelimesi yerine dizge-sistem- kelimesini kullanır. Ancak daha sonra dizge yapı haline gelir. Yapı ve dizge arasındaki fark bu yazının mevzu olmadığından bu konuya girmiyorum.

1-Saussure, de Ferdinand (1985), Genel Dilbilim Dersleri, Ankara: Birey Toplum Yayınları
2-Saussure, de Ferdinand (1985), Genel Dilbilim Dersleri, Ankara: Birey Toplum Yayınları
3-Görgün, Tahsin (2003), Anlam ve Yorum, İstanbul: Gelenek Yayınları (ayrıca bkz. Jean Piaget, Yapısalcılık)
4-Barthes,Roland (2012), Göstergebilimsel Serüven, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları
5-Ricoeur, Paul (2009), Yorumların Çatışması, İstanbul: Paradigma Yayınları
6-Aristoteles(2010), Metafizik, İstanbul: Sosyal Yayınları
7-Heidegger, Martin (2011), Varlık ve Zaman, İstanbul: Agora Kitaplığı [akt. Altuğ, Taylan (2008), Dile Gelen Felsefe, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları]

DİL VE DÜŞÜNCE





Dil, 19. yüzyıldaki incelemelerle bilimsel bir kimlik kazanmıştır. Ferdinand de Saussure'nin etkisiyle dilbilim, bağımsız bir kimlik kazanmanın yanında düşüncenin de yönünü değiştirmiştir. 20. yüzyılda ortaya çıkan Analitik Felsefe, dilbilimin "düşünceye" yaptığı etkisinin bir kanıtıdır.

Dil üzerine ve dil sorunlarıyla ilgili tartışmalar modern dönemin bir ürünü değil, tartışmaların tarihi Antikite'ye kadar gider. Dil sorunlarıyla ilgili en yoğun tartışmalar, "dil ve düşünce" ilişkisi ve "dilin varlığı"na yöneliktir. J.V. Vendryes, Dil ve Düşünce kitabında bu iki sorunu birlikte ele alıyor. Vendryes'in çalışmasının gösterdiği, dil ve düşünce ilişkisinin çözümlenmesi dilin varlığına dair birşeyler bulmamıza yardımcı olabilir. Aynı zamanda yazar, dilin nasıl ortaya çıktığı sorusuna net bir cevap verilemeyeceğini, çünkü en eski dillerin bile bize dilin ortaya çıkışıyla ilgili somut bilgiler vermediğini söyler. Yazar, dilin varlığına yönelik varsayımlardan kaçınarak, dil ve düşünce ilişkisi üzerine yoğunlaşır. Vendryes, dil ve düşünce ilişkisinde dile öncelik verir:

"Düşünce, dile dayanarak, daha doğrusu dille kaynaşarak görevini yapabilir."

 Bu alıntı, bir soruya kapı aralar: Düşünce dile dayanıyorsa, dil nasıl ortaya çıkmıştır? Cevabı yazardan dinleyelim:

Dil, insan gereksinimlerine göre kurduğu ve geliştirdiği toplumsal bir kurumdur.

İnsan, dili nasıl kurdu? Bu noktada yazar, " Dil yaratılabilmesini sağlayan bir göstergeler dizgesi kurabilmek için insanın doğal olanakları neydi? sorusunu sorar. Vendryes, soruya şöyle cevap verir:

Duyular ve her şeyden önce işitme ve görme organları. İki türlü dil bunun sonucu: sözlü- sesli, yani eklemli dil ve el kol, yüz hareketlerine dayanan görme dili.

İnsanın düşüncesinin farkındalığına varabilmesini sözlü dile bağlar Vendryes. Çeşitli hareketlerle, homurtularla vb. sesler çıkartarak insanın düşüncesinin bilincine vardığını söyler. Vendryes, ilk insanların ortaya çıkardığı sözlü dil, bir evrim sonucu seslerin ve hareketlerin anlamla donatılması sonucunda "dil"in ortaya çıktığını savunur. Dilin varlığına ilişkin; dili toplumun mu yoksa dil mi toplumu ortaya çıkardığı sorusuna varsayımdan öteye geçemeyeceği için çocuksu olarak cevap veren Vendryes, evrimci tarih anlayışının varsayımlarından yararlanır. Vendryes, sözlü dilin "dil" haline dönüşmesinde insanın doğayı tanıması ve anlamlandırmasının önemine dikkat çeker.

"İnsan beynindeki kelimeler nesnelerin imgeleriyle birlikte doğmuştur."

İmdi, yazardan yapılan bu alıntılar dil ile düşünce arasında çelişik bir durum barındırır. Yazar, düşüncenin ortaya çıkışını dile bağlar. Sözlü dilin ortaya çıkması ve gelişmesi sayesinde düşüncenin vücut bulduğundan bahseder. Acaba kelimelere sahip olmadan düşüncenin varlığı mümkünmüdür? İnsan dile dayanmadan, anlamını dilde pekiştirmeden düşünce eyleminde bulunmasının imkanı nedir? Saussure, dilbilimi göstergebilimin bir parçası olarak görüyordu. Her şeyin göstergelerden oluştuğunu dolayısıyla dilbilimde göstergebilimin içinde kendisine yer buluyordu. Göstergeler (gösteren-gösterilen), anlamını nerede bulur? Sorulara cevap olarak, anlamını dilde pekiştirmeyen hiçbir gösterge yoktur. Dolayısıyla düşünce dil ile varlık bulur. Ancak düşüncenin dil ile varlık bulması, dilin düşünceyi iletmeye yönelik, düşüncenin somutlaşmasını sağlayan araçsal bir görevde olduğuna değil, dilin, valığa öz/gürlüğünü vermesi düşüncesine dayanarak dilin düşünsel eyleme varlık kazandırdığından bahsediyorum. ( Friedrich Nietzsche, insan konuşan bir hayvandır)
Yukarıda yapılan alıntıya başka bir yorumlama getirirsek, insanın nesneyi tanıması ve adlandırmasının bir sonucu olarak dilin varlığa geldiğini savunur. Düşüncenin önceliğini vurgulayan bu yaklaşım, insanın doğuştan düşünce yetisini elinde bulundurması görüşünü savunmakla bir tutarlılık kazanabilir. Eğer insan doğuştan düşünce yetisini elinde bulunduruyorsa, insana düşünme yetisini veren aşkın bir varlığın kabulü elzem bir hal alıyor. Bu da dil ile metafiziğin ilişkisini ortaya çıkarır. Yazar, düşüncenin doğuştan geldiği teorisini sözlü dile ilişkin açıklamalarında ortaya koyduğu evrimsel tarih anlayışı nedeniyle kabul etmez. Dolayısıyla, dil ile düşünce arasındaki ilişkiyi açıklama noktasında net bir tavır belirleyemez  Vendryes. Bu varsayımda bulunmamın sebebi, yazarın kendisidir:

Düşünmek için dil gereklidir, düşünceyi ifade edebilecek bir kalıp olmayan yerde düşünce de doğamaz.

Vendryes, burada dilin önceliğine vurgu yapar. Düşünce ile dil arasındaki ilişkiye yönelik net bir tavır sergileyememesinin yanında Vendryes, genellikle dile öncelik tanır. Ancak dilin ortaya çıkışına net bir cevap veremez. Konunun tıkandığı bu noktada Vendryes, düşünceye yönelir.

Düşünce ayrılıklarına dil ayrılıkları yol açmaz; dil ayrılıklarına düşünce ayrılıkları yol açar.
İnsan dilleri etrafında düşünmez bu alıntıya göre. Diller düşünceye göre şekil bulabilir. O zaman düşünce dillerin farklı konuşulduğu coğrayalarda aynı veya benzer olması gerekirdi. İnsanların bu durumda birbirlerinden çok farklı düşünmemeleri sonucu çıkar. Ancak durum bunun tam tersi. Toplumların düşünsel eylemlerini dilleri belirler. Dilin sahip olduğu zenginlik düşüncenin derinliğini ortaya çıkarır. Vendryes, bu durumu aslında çok açık bir şekilde ortaya koyar:

Bağımlıyım dile ben, çünkü onun bana sunduğu kelimelerle konuşabilirim.

Vendryes, dilin varlığına ilişkin sorunun çözülemezliğini kabul eder ancak bu sorun üzerine düşünmeye devam eder. İçinden çıkamadığı dilin varlığına ilişkin sorun onu, dil ile düşünce arasındaki bağlantının nasıl olduğu noktasında paradoksal bir çizgiye yönlendirir. Dil ile düşünce, birbirine kaynaşmış ve biri olmadan diğerinin olamayacağı aşikar olan iki kelime. Hangisinin bir diğerine varlık kazandırdığı bugüne kadar kesin bir şekilde çözümlenemedi. Bu noktada bizi çözüme kutsal kitaplar götürür. Ya dilin Tanrı tarafından insana bahşedildiği kabul edilecek ya da insanın bir melekesi olarak düşünme yeteneğiyle dünyaya geldiği. Her iki durumda da insan, bu soruna cevap bulmak istiyorsa Tanrı'ya yönelmelidir. Bu noktada Düşünce'nin metafizik ile mümkün olduğu açık bir şekilde ortaya çıkıyor. Metafizikten yoksun bir düşünce insanı, içinden çıkamadığı ve çelişkiye düşmekten kurtulamadığı bir yola sürükler.



* J.V. Vendryes'in Dil ve Düşünce kitabının değerlendirmesi.